Kaydol

Soru sormak, insanların sorularını yanıtlamak ve diğer insanlarla bağlantı kurmak için sosyal sorularımıza ve Cevap Motorumuza kaydolun.

Oturum aç

Soru sormak ve insanların sorularını yanıtlamak ve diğer insanlarla bağlantı kurmak için Su Arıtma Sorular & Cevaplar Motorumuza giriş yapın.

Şifremi hatırlamıyorum

Şifreni mi unuttun? Lütfen e-mail adresinizi giriniz. Bir bağlantı alacaksınız ve e-posta yoluyla yeni bir şifre oluşturacaksınız.

Güvenlik sorusunun cevabını giriniz. Captcha'yı güncellemek için resme tıklayın.

Üzgünüz, soru sorma izniniz yok, Soru sormak için giriş yapmalısınız.

Lütfen bu sorunun neden bildirilmesi gerektiğini düşündüğünüzü kısaca açıklayın.

Lütfen bu cevabın neden bildirilmesi gerektiğini kısaca açıklayın.

Lütfen bu kullanıcının neden şikayet edilmesi gerektiğini düşündüğünüzü kısaca açıklayın.

GA Su Arıtma Cihazları En sonuncu Nesne

İçme Suyundaki Temel Besin Maddeleri ve Kimyasal Bileşenler

İçme suyundaki inorganik kimyasalların büyük bir kısmı, doğal olarak meydana gelir. Bu kimyasallar, suyun kaya ve toprakla etkileşimi sonucu, jeolojik ortamın, iklim koşullarının etkisi altında elde edilir. Ancak, içme suyunun kimyasal bileşimi üzerinde sanayi faaliyetleri, yerleşim alanları, tarım uygulamaları ve su arıtma ile dağıtım süreçlerinden kaynaklanan kirleticilerin de önemli bir etkisi bulunmaktadır. Su kaynağının kalitesine göre, suyun arıtılması, pıhtılaştırılması, pH’ının ayarlanması ve/veya korozyonu önleme işlemleri için çeşitli kimyasalların suya eklenmesi gerekebilir. Ayrıca, suyun dezenfekte edilmesi için klorlama veya iyodlama işlemleri uygulanabilir ve diş çürüğünü önlemek amacıyla florür eklenmesi yaygın bir uygulamadır.

Suyun kimyasal bileşimindeki çözünmüş metaller, genellikle su arıtma tesislerinde ve sıhhi tesisat malzemelerinde kullanılan metal bileşenlerden kaynaklanır. Bu metallerin sızması, özellikle suyun pH’ı ve sertliği doğru şekilde ayarlanmadığında meydana gelebilir. Çözünmüş metallerin başlıca kaynakları şunlardır:

  • Bakır (Cu), genellikle bakır veya pirinç tesisat sistemlerinden;
  • Demir (Fe), dökme demir, çelik ve galvanizli tesisat sistemlerinden;
  • Çinko (Zn), çinko ile galvanize edilmiş borulardan;
  • Nikel (Ni), krom nikel paslanmaz çelik tesisat sistemlerinden;
  • Kurşun (Pb), kalay kurşun alaşımlarından veya kurşun lehimden;
  • Kadmiyum (Cd), çinko ile galvanize edilmiş borulardaki safsızlıklardan veya kadmiyum içeren lehimlerden kaynaklanır.

Son yıllarda, çocuklarda demir eksikliğinin önlenmesi ve belirli popülasyonlarda iyot eksikliğinin giderilmesi amacıyla içme suyunun zenginleştirilmesi gibi uygulamalar da gündeme gelmiştir. Bu tür uygulamalar, suyun besin değerini artırma ve halk sağlığını destekleme potansiyeline sahiptir.

Bu bağlamda, içme suyunun temel besin maddeleri ve kimyasal bileşenleri üzerine yapılan çalışmalar, suyun sadece hayatın sürdürülmesi için değil, aynı zamanda genel sağlık ve beslenme durumu için de önemli olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, içme suyunun kalitesi ve bileşimi, halk sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Su arıtma ve dağıtım süreçlerinin, suyun besin değerini koruyacak ve olası sağlık risklerini minimize edecek şekilde yönetilmesi gerekmektedir.

Beslenme Gereksinimleri ve Önerilerine Genel Bakış

Birçok ülke ve uluslararası organizasyondan uzmanlar, beslenme gereksinimleri ve önerilerini tanımlamıştır. Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından yapılan “İnsan Beslenmesi ve Sağlığındaki İz Elementler” konulu Uzman Danışmanlık toplantısına göre, bir besin ögesinin gereksinimi, “belirlenen bir kullanım verimliliğinde, bireyde belirlenen beslenme düzeyini sürdürebilecek en düşük sürekli besin alımı” olarak tanımlanır. Bazal gereksinim, “besin ögesinin yetersizliğine bağlı patolojik olarak önemli ve klinik olarak tespit edilebilir işlev bozukluğu belirtilerini önlemek için gereken alım” anlamına gelir. Ancak, bazal gereksinim, vücutta besin maddesi rezervlerinin sürdürülmesi gereksinimlerini veya emilim ve tutulumun maksimum kapasitede işlememesi gereken miktarı hesaba katmaz. Bu nedenle, doku depolama veya diğer rezervleri sürdürmek için bu ek gereksinimleri karşılamak üzere bazal gereksinimi karşılayan miktar, normatif gereksinimi oluşturur.

Besin ögesi yetersizliğinin tanımlandığı kriter, bireylerin yaşam evresine göre farklılık gösterebilir. Öte yandan, besin ögesi yetersizliğini tanımlamak için kullanılan kriterlerin bilinmesi, farklı kanıtların kaynaklarından elde edilen gereksinimlerin entegre edilmesi ve/veya karşılaştırılması için önemlidir.

Besin gereksinimlerini tahmin etmek için çeşitli yöntemler kullanılmıştır ve her birinin belirli güçlü ve zayıf yönleri vardır. Metabolik denge çalışmaları, faktöriyel modelleme, tüketim/yeniden yükleme çalışmaları ve/veya epidemiyolojik kanıtlar kullanılarak besin gereksinimleri hesaplanabilir. Ancak, bireyler alınan besin düzeyine göre emilim ve/veya kayıpları değiştirerek uyum sağlayabilirler, bu da dengeli çalışmaları ve faktöriyel analiz hesaplamalarını yanıltıcı hale getirebilir.

Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilimler Akademisi’nin Tıp Enstitüsü (IOM), Tahmini Ortalama Gereksinim (EAR), Önerilen Diyet Alımı (RDA), Yeterli Alım (AI) ve Kabul Edilebilir Üst Alım Düzeyi (UL) dahil olmak üzere diyet referans alımlarını geliştirmiştir. Bu değerler, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tüketilen diyetlere benzer bir diyetteki gıdalardan sağlanacak besin maddesi miktarını temsil eder. EAR, belirli bir cinsiyet ve yaş grubundaki sağlıklı bireylerin %50’sinin gereksinimini karşılamak için tahmin edilen günlük besin alımıdır. RDA, belirli bir cinsiyet ve yaş grubundaki sağlıklı kişilerin nüfusunun %97,5’inin besin gereksinimini karşılamak için yeterli olan ortalama günlük alım düzeyidir.

FAO/WHO, bireylerin ya da aşırı alımların riski düşük kalacak şekilde nüfusun ortalama alımlarının güvenli seviyelerini belirlemiştir. Avrupa Komisyonu’nun Bilimsel Gıda Komitesi, Metabolik Bütünlüğü korumak için neredeyse tüm bireylerin altında kalacağı alımı tanımlayan En Düşük Eşik Alımını (LTI) ve neredeyse tüm sağlıklı kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak Nüfus Referans Alımını (PRI) tanımlamıştır.

Beslenme gereksinimleri ve önerileri, besin eksikliği ve fazlalığının sonuçlarını önleyerek optimal sağlığı teşvik etmek için verilir. Ancak, bazı besinler için yaş aralıkları, cinsiyet ve fizyolojik durumlar arasındaki beslenme ihtiyaçlarını bilimsel olarak destekleyecek sınırlı bilgi bulunmaktadır.

Sağlık ve Beslenme İçin Gerekli Olan Önemli Besin Mineralleri ve ElektrolitlerFormun Üstü

Beslenme ve sağlık açısından hayati öneme sahip olan önemli diyet mineralleri ve elektrolitler arasında Kalsiyum (Ca), Sodyum (Na), Potasyum (K), Klorür (Cl), Magnezyum (Mg), Demir (Fe), Çinko (Zn), Bakır (Cu), Krom (Cr), İyot (I), Kobalt (Co), Molibden (Mo) ve Selenyum (Se) bulunmaktadır. Genellikle fark edilmese de, içme suyu bu elementlerden bazılarını sağlayabilmektedir. İkinci bir grup element ise F (florür), diş çürüklerinin önlenmesinde önemli olmak üzere, B (bor), Mn (mangan), Ni (nikel), Si (silisyum) ve Va (vanadyum) gibi, yeni bilgilere dayanarak insanlar için gerekli olabilecek bazı sağlık yararları sağlamaktadır. Üçüncü grup ise potansiyel olarak toksik elementleri içermekte olup, bu grup Pb (kurşun), Cd (kadmiyum), Hg (cıva), As (arsenik), Al (alüminyum), Li (lityum) ve Sn (kalay) gibi elementlerden oluşmaktadır.

Seçilen iz elementler ve elektrolitlerin toplam diyet alımına suyun katkısı %1 ile %20 arasında değişmektedir. İçme suyunun, gıda tarafından sağlanan miktarla kıyaslandığında alımın en büyük oranını oluşturduğu mikrobesinler kalsiyum ve magnezyumdur. Bu elementler için su, gereken günlük toplam alımın %20’sine kadarını sağlayabilir. Diğer elementlerin çoğu için içme suyu, toplam alımın %5’inden daha azını sağlar. Ancak, belirli coğrafi bölgelerde (örneğin, derin su kuyuları, volkanik akıntılardan geçen su, çöl kaynakları) florür ve arsenikin yüksek katkısı bir istisna olabilir.

Temel elementlerin alımının esas olarak gıdalarla karşılandığı varsayılmaktadır; bu nedenle, içme suyunda minimum arzu edilen düzeyler gerekli olarak kabul edilmemektedir. Ancak, hayvansal gıdaların tüketiminin düşük olduğu popülasyonlarda Fe, Zn ve Cu alımı yetersiz veya gerekenden daha düşük olabilir ve bu durumda yeterlilik, gıdaların ve suyun metal kontaminasyonuna bağlı olabilir. Bazı epidemiyolojik kanıtlar, su sertliğinin insan sağlığı için yararlı etkileri olduğunu öne sürmektedir. Geniş epidemiyolojik kanıtlar, vaka kontrol çalışmaları tarafından desteklenmekte olup, içme suyu sertliği ile kardiyovasküler veya serebrovasküler hastalıklar arasında ters bir ilişki olduğunu göstermektedir. Ancak, mevcut bilgiler ilişkinin nedensel olduğu sonucuna varmak için yetersizdir.,

Mineraller ve elektrolitler için Önerilen Günlük Alım (RDA) değerleri nasıl belirlenir ve bu değerler nelerdir?

Demir, çinko, bakır, iyot, kalsiyum, fosfor, magnezyum, florür, sodyum, potasyum ve klor için RDA değerlerinin nasıl kurulduğunu inceleyip analiz edeceğiz. Yeterli bilimsel bilgi bulunmadığında, RDA’ların yerine Yeterli Alım (AI) değerleri verilir. 0-6 ay arası bebekler için AI’lar, sıklıkla anne sütüyle beslenen bebeklerin besin alımı baz alınarak belirlenir; 7-12 aylık bebekler için ise insan sütünden alınan ortalama alım ve ek gıdalardan sağlanan ek alım kullanılır. Gebelik sırasında gereksinimlerin belirlenmesi genellikle, fetüs ve gebeliğin diğer ürünleri tarafından gereken element miktarının ve bu yaşam döneminde meydana gelen vücut değişiklikleri (örn. kan hacminin genişlemesi) için gereken miktarın tahminini içerir. Laktasyon için gereksinimler, insan sütünde günlük kaybedilen besin maddesi miktarının yerine konulmasını içerir. Demir, çinko, bakır, iyot, kalsiyum, fosfor, magnezyum, florür, sodyum, potasyum ve klor için diyet referans alımları ve Dünya Sağlık Örgütü’nün içme suyu standartları 1’den 9’a kadar olan tablolarda özetlenmiştir.

Demir

Demirin Vücut İşlevleri ve Eksikliğinin Etkileri

Demir, vücutta birçok temel işlevi yerine getiren hayati bir mineraldir. Oksijen taşınması, oksidatif fosforilasyon, nörotransmitter metabolizması ve DNA sentezi gibi süreçlerde demirin önemi büyüktür. Demir eksikliği, dünyanın en yaygın beslenme bozukluklarından biri olup, özellikle bebekler, çocuklar ve hamile kadınlar arasında kansızlığın (anemi) başlıca nedenidir.

Demirin Önemi ve İşlevleri

  • Oksijen Taşınması: Hemoglobin ve miyoglobin moleküllerinde bulunan demir, akciğerlerden dokulara oksijen taşınmasında kritik bir rol oynar.
  • Enerji Üretimi: Oksidatif fosforilasyon sürecinde demir, hücrelerin enerji üretmesi için gereklidir.
  • Metabolizma ve Detoksifikasyon: Demir, çeşitli enzim sistemlerinin bir parçası olarak, metabolizma ve zararlı maddelerin detoksifikasyonunda görev alır.
  • Hücre Büyümesi ve Çoğalması: DNA sentezi ve hücre bölünmesi demir gerektiren süreçlerdendir, bu nedenle vücut gelişimi için elzemdir.

Demir Eksikliğinin Etkileri

Demir eksikliği, yalnızca kansızlıkla sınırlı kalmayıp, birçok sistemi etkileyerek geniş kapsamlı sağlık sorunlarına yol açabilir:

  • Kansızlık: Demir eksikliği anemisi, yeterli hemoglobin üretilmemesi sonucu ortaya çıkar, bu da oksijen taşınmasının azalmasına ve yorgunluk, solukluk gibi belirtilere neden olur.
  • Zihinsel ve Motor Gelişimde Bozulma: Çocuklarda demir eksikliği, zihinsel ve motor gelişim geriliğine, öğrenme güçlüklerine ve davranış değişikliklerine yol açabilir.
  • Bağışıklık Sistemi Üzerindeki Etkiler: Demir eksikliği, hücre aracılı bağışıklığın ve nötrofillerin mikroorganizmaları öldürme yeteneğinin azalmasına sebep olabilir.
  • Duyusal Fonksiyonlar: İşitme ve görme duyuları üzerindeki olumsuz etkiler, sinir iletiminde gecikmeler şeklinde kendini gösterebilir.
  • Fiziksel Performans: Demir eksikliği, fiziksel kapasitenin azalması ve hızlı yorulma gibi sorunlara neden olur.

Demir İhtiyacının Karşılanması ve Biyoyararlanım

Demir ihtiyacı, faktöriyel modelleme yoluyla hesaplanır ve demir kayıpları, büyüme, gebelik ve emzirme dönemlerindeki artışlar dikkate alınır. Demirin biyoyararlanımı, diyetin bileşimiyle yakından ilgilidir. Heme olmayan demirin emilimi, diyetin diğer bileşenleri tarafından engellenirken, heme demiri daha iyi emilir ve diyetle ilişkili faktörlerden daha az etkilenir.

Uluslararası kuruluşlar ve sağlık otoriteleri, farklı demografik gruplar için demir gereksinimlerini ve biyoyararlanım oranlarını tahmin etmek üzere rehberler yayınlamışlardır. Bu tahminler, demir eksikliğinin önlenmesi ve halk sağlığının iyileştirilmesi amacıyla diyet önerileri ve gıda fortifikasyonu stratejilerinin geliştirilmesinde kullanılır.

Demir eksikliğinin yaygınlığı ve etkileri göz önünde bulundurulduğunda, demir alımı ve biyoyararlanımının artırılması, özellikle risk altındaki gruplar arasında önemli bir halk sağlığı önceliğidir. Gıda fortifikasyonu, dengeli bir diyet ve gerekirse demir takviyeleri, demir eksikliğinin önlenmesi ve tedavi edilmesinde etkili yöntemler arasındadır.

Çinko

Çinkonun Vücuttaki Rolü ve Eksikliğinin Etkileri

Çinko, vücudun normal işleyişi için hayati öneme sahip olan temel bir eser elementtir. 300’den fazla enzimin katalitik aktivitesine katkıda bulunur, proteinlerin ve hücre zarlarının yapısal bütünlüğünü sağlar, hormon reseptörlerinin bağlanmasını düzenler ve gen ifadesinde önemli roller oynar. Çinko ayrıca büyüme, gelişim, DNA sentezi, bağışıklık sistemi fonksiyonları ve duyusal işlevler için gereklidir.

Çinkonun Vücuttaki Önemi

  • Enzim Aktivitesi: Çinko, birçok önemli biyokimyasal süreçte katalizör görevi görür.
  • Hücresel Bütünlük: Hücre zarları ve proteinlerin yapısal bütünlüğü için gereklidir.
  • Gen İfadesi: DNA’nın okunması ve protein sentezinde kritik rol oynar.
  • Büyüme ve Gelişim: Çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimi için elzemdir.

Çinko Eksikliğinin Etkileri

Çinko eksikliği, küresel olarak yaygın bir beslenme sorunudur ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli sağlık problemlerine yol açabilir:

  • Büyüme Geriliği: Çocuklarda fiziksel büyümenin yavaşlaması en belirgin belirtilerden biridir.
  • Gecikmiş Cinsel ve İskelet Olgunlaşması: Ergenlik döneminde gelişimde gecikmelere sebep olabilir.
  • Bağışıklık Sistemi Fonksiyonlarında Bozulma: Enfeksiyonlara karşı direncin azalması ve sık hastalanma.
  • Duyusal Fonksiyonlarda Bozulma: Tat alma bozuklukları ve yara iyileşmesinde gecikme.
  • Psikolojik ve Davranışsal Etkiler: İştahsızlık, davranış değişiklikleri ve öğrenme güçlükleri.

Çinko Gereksinimleri ve Biyoyararlanım

Çinko gereksinimleri, faktöriyel analiz yoluyla belirlenir ve vücuttaki çinko dengesi, diyetin çinko içeriği ve biyoyararlanımı ile yakından ilişkilidir. Çinko emilimi, diyetin fiziksel ve kimyasal özelliklerine ve çinkonun emilimini engelleyen veya artıran bileşenlere bağlı olarak değişkenlik gösterir.

  • Düşük, Orta ve Yüksek Biyoyararlanım: Diyetlerin çinko biyoyararlanımı, içerdikleri çinko miktarı ve emilim oranlarına göre sınıflandırılır.
  • Yaş ve Cinsiyet Grupları için Öneriler: Uluslararası kuruluşlar, çeşitli yaş ve cinsiyet grupları için çinko gereksinimlerini belirlemiştir.

Çinko eksikliğinin önlenmesi ve tedavisi, dengeli bir diyet, gerekirse çinko takviyeleri ve çinko açısından zenginleştirilmiş gıdaların tüketilmesi yoluyla sağlanabilir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde çinko eksikliğinin yaygınlığı göz önünde bulundurulduğunda, çinko alımının artırılması, çocuklarda büyüme geriliği ve bağışıklık sistemi zayıflıklarının önlenmesi açısından kritik öneme sahiptir.

Bakır

Bakırın Vücuttaki Önemi ve Eksikliğinin Etkileri

Bakır, vücuttaki birçok temel işlev için gereklidir ve bir dizi enzimin yapısal ve katalitik bileşenlerinde önemli bir role sahiptir. Bu eser element, bebeklerin büyümesi, bağışıklık sistemi savunmaları, kemik sağlığı, kan hücrelerinin olgunlaşması, demir taşınması ve beyin gelişimi gibi kritik süreçlerde yer alır. Bakır eksikliği, bir dizi sağlık sorununa yol açabilir ve özellikle çocukların gelişimi üzerinde olumsuz etkileri olabilir.

Bakırın Vücuttaki İşlevleri

  • Enzim Aktivitesi: Bakır, vücuttaki birçok enzimin aktivitesi için gereklidir ve oksidasyon-reduksiyon tepkimelerinde kritik bir rol oynar.
  • Demir Taşınması: Bakır, demirin emilimini ve kullanımını etkiler, böylece hemoglobin sentezi ve oksijen taşınmasına katkıda bulunur.
  • Sinir Sistemi ve Beyin Gelişimi: Bakır, sinir sistemi sağlığı ve beyin fonksiyonlarının korunmasında önemlidir.
  • Bağışıklık Sistemi: Bakır, bağışıklık sistemini destekleyerek vücudu enfeksiyonlara karşı korur.
  • Kemik Sağlığı: Kemiklerin güçlenmesi ve sağlıklı kalması için bakıra ihtiyaç vardır.

Bakır Eksikliğinin Etkileri

Bakır eksikliği, genellikle yetersiz beslenme nedeniyle ortaya çıkar ve aşağıdaki sağlık sorunlarına yol açabilir:

  • Anemi ve Nötropeni: Bakır eksikliği, kan hücrelerinin üretimini ve fonksiyonunu bozarak kansızlığa ve beyaz kan hücre sayısının azalmasına neden olabilir.
  • Kemik Anormallikleri: Osteoporoz, kırıklar ve diğer kemik sorunları, bakır eksikliğinin olası sonuçlarıdır.
  • Sinir Sistemi ve Gelişim Sorunları: Bakır eksikliği, sinir sistemi hasarı, gelişim geriliği ve öğrenme güçlükleri gibi sorunlara yol açabilir.
  • Artan Enfeksiyon Riski: Bakır, bağışıklık sisteminin sağlıklı çalışması için gereklidir; eksikliği, enfeksiyonlara karşı direncin azalmasına neden olabilir.
  • Menkes Hastalığı: Genetik bir bakır eksikliği durumu olan Menkes hastalığı, ciddi gelişim bozukluklarına ve erken yaşta ölüme yol açabilir.

Bakır Gereksinimleri ve Değerlendirme

Bakır gereksinimleri, yaşa, cinsiyete ve sağlık durumuna bağlı olarak değişir ve beslenme yoluyla yeterli miktarda alınması önemlidir. Bebekler, çocuklar, ergenler ve yetişkinler için bakır alımı, çeşitli laboratuvar göstergeleri ve sağlık sonuçları üzerinden değerlendirilmiştir. Eksikliğin önlenmesi, dengeli ve çeşitli bir diyet ile sağlanabilir; gerekirse bakır takviyeleri doktor tavsiyesiyle kullanılabilir.

Düşük doğum ağırlığı ve yetersiz beslenme, bakır eksikliği riskini artıran faktörler arasındadır. Dolayısıyla, özellikle risk altındaki bireylerde bakır durumunun düzenli olarak değerlendirilmesi ve yeterli bakır alımının sağlanması, genel sağlığın korunması için önemlidir.

İyot

İyotun Vücuttaki Önemi ve Eksikliğinin Etkileri

İyot, insan sağlığı için elzem bir mikrobesin olup, özellikle tiroid hormonlarının sentezinde kritik bir role sahiptir. Tiroid hormonları, vücudun metabolizma hızını, hücre büyümesi ve farklılaşmasını düzenler ve genel hücre metabolizması için gerekli olan işlevleri yerine getirir. İyot eksikliği, tiroid hormon üretiminin azalmasına ve tiroid bezinin anormal büyümesine yol açar, bu durum da çeşitli sağlık sorunlarına neden olabilir.

İyotun Vücuttaki İşlevleri

  • Tiroid Hormonu Sentezi: İyot, tiroid hormonlarının (T3 ve T4) yapısında yer alır ve bu hormonlar metabolizma, büyüme ve gelişim süreçlerini düzenler.
  • Metabolizma: Tiroid hormonları, vücuttaki metabolizma hızını etkileyerek enerji kullanımını düzenler.
  • Gelişim: Tiroid hormonları, özellikle fetal ve çocukluk dönemlerinde beyin gelişimi için gereklidir.

İyot Eksikliğinin Etkileri

İyot eksikliği, küresel bir halk sağlığı sorunu olup, aşağıdaki sağlık sorunlarına yol açabilir:

  • Guatr: Tiroid bezinin anormal büyümesi ve bu bezde nodüllerin oluşumu.
  • Hipotiroidizm: Tiroid hormonlarının yetersiz üretilmesi sonucu metabolizmanın yavaşlaması, yorgunluk ve kilo alımı gibi belirtiler.
  • Zihinsel Gerilik ve Gelişim Bozuklukları: Özellikle hamilelik ve erken çocukluk dönemlerinde iyot eksikliği, zihinsel gerilik ve öğrenme güçlükleri riskini artırır.
  • Üreme Sorunları: İyot eksikliği, üreme fonksiyonlarında bozulmalara yol açabilir.

İyot Eksikliğinin Önlenmesi

İyot eksikliğinin önlenmesi için alınan en etkili önlem, sofra tuzunun iyot ile zenginleştirilmesidir. Dünya çapında pek çok ülkede uygulanan bu yöntem, iyot eksikliği hastalıklarının yaygınlığını önemli ölçüde azaltmıştır. Bununla birlikte, iyotlu tuz programlarına erişimi olmayan veya yeterli iyot alamayan topluluklar hala mevcuttur. Bu nedenle, iyot eksikliğini ortadan kaldırmaya yönelik küresel çabalar devam etmektedir.

İyot ihtiyacının belirlenmesi, tiroid hormonlarının normal seviyelerde üretilebilmesi için gerekli olan iyot miktarını tahmin etmek amacıyla yapılan dengeli çalışmalar ve tiroidal iyot birikimi ölçümleri ile gerçekleştirilir. Gebelik ve emzirme gibi özel durumlar, artan iyot ihtiyacını beraberinde getirir ve bu dönemlerde iyot takviyesi gerekebilir.

İyot eksikliğinin önlenebilir bir halk sağlığı sorunu olması nedeniyle, uygun iyot alımının sağlanması, özellikle risk altındaki gruplar arasında, gelişim bozukluklarını ve zihinsel geriliği önlemek için hayati öneme sahiptir.

Kalsiyum


Kalsiyumun Vücuttaki Rolü ve Eksikliğinin Etkileri

Kalsiyum, insan vücudunda en bol bulunan mineral olup, temel yapısal ve fonksiyonel roller üstlenir. Vücut ağırlığının yaklaşık %1.5 – %2.0’ini oluşturan bu mineralin, bir yetişkinin toplam vücut içeriği ortalama 1,2 kilogramdır. Kalsiyumun büyük bir kısmı (%99) iskelette depolanırken, geri kalan %1’lik kısmı hücreler arası ve hücre içi sıvılarda, aynı zamanda hücre zarlarında bulunur.

Kalsiyumun İşlevleri

  • Kemik ve Diş Sağlığı: Kalsiyum, iskelet ve dişlerin ana yapı taşıdır, kemik sağlığı ve yoğunluğu için hayati öneme sahiptir.
  • Kas Kasılması ve Gevşemesi: Normal kalp ritmi dahil olmak üzere, kasların kasılması ve gevşemesi süreçlerinde kritik bir role sahiptir.
  • Sinir İletimi: Sinir hücreleri arasındaki iletişimde önemli bir faktördür.
  • Kan Pıhtılaşması: Kan pıhtılaşma sürecinde temel bir rol oynar.
  • Hormon ve Enzim Fonksiyonları: Çok sayıda enzimin aktivitesi ve hormonal yanıtlar üzerinde düzenleyici etkilere sahiptir.

Kalsiyum Eksikliğinin Etkileri

Kalsiyum eksikliği, kemiklerde mineral içeriğinin ve kütlesinin azalmasına neden olur, bu da kemiklerin zayıflamasına ve kırık riskinin artmasına yol açar. Uzun vadede kalsiyum eksikliği, aşağıdaki sağlık sorunlarına yol açabilir:

  • Osteoporoz: Kemik yoğunluğunun ve kuvvetinin azalması, kemiklerin kolayca kırılmasına neden olabilir.
  • Rikets ve Osteomalazi: Çocuklarda ve yetişkinlerde kemiklerin yumuşaması ve şekil bozuklukları.
  • Hipokalsemi: Kan kalsiyum seviyesinin düşük olması, kas spazmları ve huzursuzluğa neden olabilir.

Kalsiyum Gereksinimleri

Kalsiyum ihtiyacı yaşam evresine, cinsiyete ve diğer faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterir. Uluslararası kuruluşlar (IOM, FAO/WHO) ve Avrupa Komisyonu’nun Gıda Bilimsel Komitesi gibi otoriteler, kalsiyum alımı için önerilen miktarları belirlemiştir. Bu öneriler, denge çalışmaları, kemik mineral birikimi, kalsiyumun vücuttaki etkileri ve klinik deney sonuçlarına dayanır. Gelişmekte olan ülkelerdeki düşük tuz ve protein alımı göz önünde bulundurularak, bu bölgeler için önerilen kalsiyum alım miktarları genellikle daha düşüktür.

Kalsiyum eksikliğinin önlenmesi, dengeli bir diyet ve gerektiğinde takviyeler ile sağlanabilir. Süt ürünleri, yeşil yapraklı sebzeler ve kalsiyumla zenginleştirilmiş gıdalar, iyi kalsiyum kaynaklarıdır. Kalsiyumun yeterli alımı, kemik sağlığını korumak ve eksikliğe bağlı sağlık sorunlarını önlemek için önemlidir.

Fosfor

Fosforun Vücuttaki Önemi ve Eksikliğinin Etkileri

Fosfor, insan vücudunun önemli bir bileşeni olup, temel biyolojik süreçlerde kritik roller oynar. Bu mineral, özellikle kemiklerin ve dişlerin yapısal integriteleri için elzemdir ve enerji metabolismi, hücre yapısı ve asit-baz dengesinin sürdürülmesinde önemli bir rol üstlenir.

Fosforun Vücuttaki İşlevleri

  • Kemik ve Diş Sağlığı: Fosfor, kalsiyumla birlikte kemik ve dişlerin ana yapı taşlarından biridir ve sağlam bir iskelet yapısının korunmasına yardımcı olur.
  • Enerji Metabolizması: ATP (adenozin trifosfat) ve diğer enerji taşıyıcı moleküllerin yapısında bulunan fosfor, hücrelerin enerji üretmesi ve kullanması için temel bir elementtir.
  • Hücre Yapısı: Fosfor, hücre zarlarının temel bileşenlerinden olan fosfolipitlerin yapısında yer alır.
  • Enzim ve Hormon Aktivitesi: Çok sayıda enzim ve hormonun aktivasyonunda fosforilasyon yoluyla rol oynar.
  • Asit-Baz Dengesi: Vücuttaki asit-baz dengesinin korunmasına katkıda bulunur.

Fosfor Eksikliğinin Etkileri

Fosfor eksikliği nadiren görülse de, belirli durumlar altında ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir:

  • Kemik Kütlesi Kaybı: Fosfor eksikliği, kemiklerin zayıflamasına ve kırılma riskinin artmasına neden olabilir.
  • Kas Güçsüzlüğü: Yetersiz fosfor alımı, kas gücünde azalmaya ve halsizliğe yol açabilir.
  • Ağrı: Kemiklerde ve kaslarda ağrıya neden olabilir.
  • Genel Halsizlik: Enerji metabolismindeki rolü nedeniyle, fosfor eksikliği genel bir yorgunluk hissine neden olabilir.

Fosfor Gereksinimleri

Fosfor gereksinimleri, yaş, cinsiyet ve sağlık durumuna göre değişiklik gösterir. Çocuklar ve gençler için ihtiyaçlar, vücut büyümesi ve yumuşak dokulardaki fosfor birikimi dikkate alınarak hesaplanır. Yetişkinlerde fosfor ihtiyacı, serum anorganik fosfor seviyesi ve diyet alımı arasındaki ilişkiye dayanarak belirlenir. Avrupa Komisyonu Bilimsel Gıda Komitesi gibi otoriteler, fosfor gereksinimlerini tahmin etmek için kalsiyum alımına orantılı olarak molar bazda fosfor alımlarını önermektedir.

Dengeli bir diyet, genellikle yeterli fosfor sağlar; ancak, prematüre bebekler veya uzun süreli alüminyum hidroksit içeren antiasitler kullanan bireyler gibi belirli gruplarda eksiklik riski artabilir. Bu durumlar, fosfor takviyesi veya diyet müdahalesi gerektirebilir.

Magnezyum

Magnezyumun Vücuttaki Önemi ve Eksikliğinin Etkileri

Magnezyum, insan vücudunda hayati roller oynayan esansiyel bir mineraldir. Bu element, vücut içerisinde bol miktarda bulunan ikinci hücre içi katyon olup, yetişkin bir bireyin vücut içeriği ortalama 20-28 gram arasındadır. Magnezyumun büyük bir kısmı (%60-65) iskelette depolanırken, çok küçük bir kısmı (%1) ekstrasellüler sıvıda bulunur.

Magnezyumun İşlevleri

  • Enzim Aktivitesi: Magnezyum, 300’den fazla enzimatik reaksiyonda kofaktör olarak görev alır. Karbonhidrat, lipit, protein ve nükleik asit metabolizmasında kritik roller üstlenir.
  • İskeletin Mineralizasyonu: Kemiklerin sağlığı ve gelişimi için gereklidir.
  • Hücre Geçirgenliği ve Nöromüsküler Uyarılabilirlik: Hücre zarının işlevselliği ve kasların düzgün çalışması için önemlidir.

Magnezyum Eksikliğinin Etkileri

Magnezyum eksikliği, çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir ve genellikle artmış nöromüsküler uyarılabilirlik, hipertansiyon, tip II diyabet riskinde artış ve kalp damar hastalıkları ile ilişkilendirilir:

  • Nöromüsküler Uyarılabilirlik: Magnezyum eksikliği, kas zayıflığı, titreme ve kas spazmları gibi sorunlara neden olabilir.
  • Potasyum Böbrek Atılımı: Magnezyum eksikliği, potasyum kaybını artırarak elektrolit dengesizliklerine yol açabilir.
  • Hipertansiyon ve Tip II Diyabet: Düşük magnezyum seviyeleri, bu kronik hastalıkların gelişim riskini artırabilir.
  • Kalp Damar Hastalıkları: Magnezyum alımının düşük olması, kalp sağlığı üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilir.

Magnezyum Gereksinimleri ve Tavsiyeler

Magnezyum gereksinimleri, denge çalışmaları, serum magnezyum seviyeleri, kas potasyum içeriğiyle yapılan çalışmalar ve diyetle ilgili müdahale çalışmalarına dayanarak belirlenir. Avrupa Komisyonu’nun Bilimsel Gıda Komitesi ve FAO/WHO gibi otoriteler, magnezyumun günlük alım miktarı için önerilerde bulunmuştur. Özellikle, 1-3 yaş arası çocuklar için 65 mg, 4-10 yaş arası için 110 mg, ergenler ve yetişkinler için ise 350 mg’lık üst sınırlar belirlenmiştir. Bu sınırlar, gıdalarda ve içme suyunda bulunan magnezyum için uygundur; magnezyumun gıdalardan alınması durumunda herhangi bir toksik etki göstermediği kabul edilir.

Magnezyumun yeterli alımı, dengeli bir diyetle sağlanabilir. Yeşil yapraklı sebzeler, tam tahıllar, fındık ve tohumlar gibi gıdalar zengin magnezyum kaynaklarıdır. Magnezyum eksikliği riskinin yüksek olduğu bireyler için diyet müdahaleleri veya magnezyum takviyeleri önerilebilir.

Florür

Florür ve Sağlık Üzerine Etkileri

Florür, insan sağlığı için “temel” bir element olarak kabul edilmesi konusunda kesin bir kanıt olmamakla birlikte, diş sağlığını korumada önemli faydalara sahiptir. Florür, diş minesinin asitlere karşı direncini artırarak diş çürüklerinin önlenmesinde etkili bir rol oynar. Diş çürüğü, diş minesinde bakterilerin ürettiği asitler nedeniyle oluşan erozyonlardır ve florür, bu asit saldırılarına karşı mineyi güçlendirerek koruma sağlar.

Florürün Diş Sağlığına Faydaları

  • Mine Güçlendirme: Florür, diş minesini daha dirençli hale getirerek, asitlerin neden olduğu erozyon riskini azaltır.
  • Diş Çürüklerinin Önlenmesi: Florür, diş çürüklerine neden olan bakterilerin asit üretme kapasitesini azaltarak çürük oluşumunu önler.
  • Remineralizasyon: Zaten zarar görmüş diş minesinin onarılmasına yardımcı olarak, çürüklerin ilerlemesini yavaşlatır veya durdurabilir.

Florür Alımı ve Öneriler

Florürün yararları göz önünde bulundurulduğunda, sağlık otoriteleri diş çürüklerini önlemek için florür alımını desteklemektedir. Ancak, florür alımının dikkatli bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir çünkü aşırı alım, florozis gibi istenmeyen sağlık etkilerine yol açabilir:

  • Florozis: Aşırı florür alımı, özellikle çocuklarda dişlerin gelişim aşamasında iken, diş minesinde lekelenmelere ve yüzey düzensizliklerine neden olabilir.

Günümüzde florür, içme suyu florlanması, florürlü diş macunları, ağız bakım suları ve bazı gıdalar aracılığıyla elde edilebilir. İçme suyu florlanması, toplum sağlığı önlemi olarak, diş çürüğü prevalansını azaltmada etkili bir yöntem olarak kabul edilmektedir. Ancak, florür alımının bireysel ihtiyaçlara ve mevcut florür kaynaklarına göre dengelenmesi önemlidir.

Florür Alımına İlişkin Öneriler

Florür alımı için kesin bir “Adequate Intake” (AI) miktarı belirlenmemiştir, çünkü gereksinimleri hesaplamak için yeterli veri bulunmamaktadır. Bununla birlikte, diş çürümesini önlemek ve aynı zamanda florozis riskini minimize etmek için florür alımının dengelenmesi önerilir. Bireylerin florür alımı, yaş, diyet ve mevcut florür kaynakları göz önünde bulundurularak kişiselleştirilmelidir. Diş sağlığı profesyonelleri, bireylerin ve ailelerin florür alımı konusunda bilinçli kararlar vermesine yardımcı olabilir.

Sodyum, Potasyum ve Klorürün

Sodyum, Potasyum ve Klorürün Vücuttaki Roller ve Elektrolit Dengesizliklerinin Etkileri

Sodyum, potasyum ve klorür, vücuttaki temel elektrolitler olup, hayati fizyolojik süreçlerde önemli roller oynarlar. Bu elektrolitler, hücre içi ve hücre dışı sıvıların hacim ve ozmolaritesinin, asit-baz dengesinin düzenlenmesi, sinir iletimi ve kas kasılmasının yanı sıra birçok diğer işlevin korunmasında kritik öneme sahiptir.

Sodyum, Potasyum ve Klorürün İşlevleri

  • Sodyum: Hücre dışı sıvıların ana katyonu olarak, sıvı hacmi ve osmotik basınç dengesini korumada, sinir iletiminde ve kas kasılmasında önemli bir rol oynar.
  • Potasyum: Hücre içi sıvıların başlıca katyonudur ve hücre içi sıvı hacmi, sinir iletimi, kas kasılması ve kalp ritminin düzenlenmesinde önemlidir.
  • Klorür: Hücre dışı sıvıların ana anyonu olup, asit-baz dengesinin sürdürülmesi, mide asit üretimi ve hücreler arası sıvı alışverişinde rol oynar.

Elektrolit Dengesizliklerinin Etkileri

  • Hiponatremi (Düşük Sodyum): Aşırı sıvı kaybı, uzun süreli ishal veya şiddetli terleme sonucu ortaya çıkar ve beyin ödemi, nöromüsküler hipereksitabilite, merkezi sinir sistemi işlev bozuklukları gibi belirtilere yol açabilir.
  • Hipokalemi (Düşük Potasyum): Gastrointestinal kayıplar nedeniyle gelişir ve kas güçsüzlüğü, kramplar, paralitik ileus ve kalp aritmileri ile karakterizedir.
  • Hipokloremi (Düşük Klorür): Uzun süreli kusma veya ishal gibi klorür açısından zengin sıvıların aşırı kaybından kaynaklanır ve metabolik alkaloz ile ilişkilendirilir.

Gereksinimler ve Öneriler

Sodyum, potasyum ve klorür için günlük alım gereksinimleri ve önerileri, denge çalışmaları, faktöriyel analiz ve biyokimyasal göstergeler temel alınarak belirlenir. Klorür alımı ve kaybı genellikle sodyum ile eşleştiğinden, klorür için önerilen alım miktarları da sodyuma paraleldir. Hem ABD Ulusal Araştırma Konseyi hem de Avrupa Komisyonu Gıda Bilimsel Komitesi, sağlıklı bireyler için sodyum, potasyum ve klorür alımı için önerilerde bulunmuştur.

Bu elektrolitlerin dengeli alımı, sağlıklı bir vücut fonksiyonunun sürdürülmesi için kritik öneme sahiptir. Diyetten yeterli sodyum, potasyum ve klorür alımı, özellikle fiziksel aktivite sonrası veya sıcak iklim koşullarında önem kazanır. Elektrolit dengesizliklerinin önlenmesi ve yönetimi, genel sağlığın korunması için hayati önem taşır.

İçme Suyu Tüketimi

Su tüketim modellerini anlamak önemlidir. Günlük alınan su miktarı, içerdiği minerallerin tüketimini de belirler. Bir kişinin günlük sulu sıvı alım ihtiyacı, zorunlu su kayıplarına ek olarak, artan fiziksel efordan ve iklimden kaynaklanan ter/terleme kayıplarına kabaca denk olduğu söylenebilir. WHO (2003) ve diğerleri (ILSI 2004), çeşitli koşullar altında su tüketimi ve hidrasyon ihtiyaçlarını incelemiştir. Tablo 1, hidrasyon için gereken su miktarları hakkında bilgi sağlar. WHO ve düzenleyiciler tarafından içme suyu yönergeleri ve standartları hesaplanırken yetişkinler için günde 2 litre su alımı varsayılır. Özellikle aşırı sıcaktaki fiziksel efor su gereksinimlerini önemli ölçüde artırabilir. Ter oranları saatte 3 ila 4 litreye ulaşabilir ve oran, çalışma/egzersiz yoğunluğuna ve süresine, yaşa, cinsiyete, eğitim/kondisyon durumuna, ısıya uyum sağlamaya, hava sıcaklığına, neme, rüzgâr hızına, bulut örtüsüne ve giysiye bağlı olarak değişir. ABD Ordusu, ısı kategorilerine göre saatlik su alımını tahmin etmiş ve ayrıca sıvı alımının saatte 1,03 litre veya günde 11,35 litreyi geçmemesi gerektiği sonucuna varmıştır. Sıcak ve fizyolojik strese maruz kalan kişilerin sıvı ve toplam tuz (sodyum klorür) alımına özellikle dikkat etmeleri gerekir; tuz gereksinimi serin ortamlarda günde 2 ila 4 gram arasında, çok sıcak ortamlarda ise günde 6 ila 12 gram arasında değişir. Hiponatremi, bu koşullar altında yetersiz tuz alımının ölümcül bir sonucu olabilir.

Tablo 1. Hidrasyon için Gerekli Su Hacmi (litre/gün) – Referans değer tahminleri, WHO 2003

 Ortalama KoşullardaYüksek Sıcaklıkta Beden (El) İşçiliğiGebelik/Emzirme Döneminde Toplam İhtiyaçlar
Yetişkin Kadın2.2 lt4.5 lt4.8 lt (hamilelik) 3.3 lt (emzirme)
Yetişkin Erkek2.9 lt4.5 lt 
Çocuklar1.0 lt4.5 lt 

İnsanlar suyu düz içme suyu, diğer içeceklerdeki su ve yiyeceklerdeki su (doğal olarak bulunan veya hazırlama sırasında eklenen) şeklinde alırlar; aynı zamanda yiyeceklerin metabolizmasından da bir miktar su elde ederler. Günlük ortalama sıvı alımının yaklaşık üçte birinin yiyeceklerden geldiği düşünülmektedir. Geriye kalan su gereksinimi, sıvı tüketilerek karşılanmalıdır.

Muslukta bulunma durumu, ortam sıcaklığı, lezzet, lezzet çeşitliliği, içecek sıcaklığı, içeceğin kişiye olan yakınlığı ve hatta içecek kabının tamamı, toplam alımı etkilediği gösterilmiştir. Kültürel çeşitliliklerin de tüketilen içecek türlerini etkilediği bilinmektedir. Elbette hem potansiyel olarak zararlı kirleticilerin hem de faydalı elementlerin günlük toplam alımı, tüketilen suyun toplam miktarı ve türü ile doğru orantılı olacaktır.

İçme Suyunun Temel Mineraller Kaynağı Olarak Kullanımı

Yaklaşık 21 mineral elementin insanlar için gerekli olduğu bilinmekte veya düşünülmektedir. Bu sayı, fizyolojik olarak anyon veya anyonik gruplamanın işlevini gören dört elementi (anion olarak Cl-, PO4-3 olarak fosfor, MoO4-2 olarak molibden, F- olarak flor), basit katyonik formda işlev gören ve proteinler veya çeşitli küçük, organik moleküller tarafından şelatlanmaya konu olan sekiz elementi (kalsiyum (Ca+2), magnezyum (Mg+2), sodyum (Na+), potasyum (K+), demir (Fe+2), bakır (Cu+2), çinko (Zn+2), manganez (Mn+2)); metabolik olarak oluşan kovalent bileşiklerin (örneğin, iyodotironin, selenocysteine) bileşenleri olarak işlev gören iki ametalin (iyot (I) ve selenyum (Se)) iyonları; ve beslenme önemi henüz tam olarak aydınlatılmamış beş ek elementin iyonlarını kapsar: bor (B), krom (Cr), nikel (Ni), silisyum (Si), vanadyum (V). Dolayısıyla, iyi sağlık için on dört mineral elementin gerekliliği kanıtlanmıştır; birleşik formda bu elementler kemik ve zar yapısını (Ca, P, Mg, F), su ve elektrolit dengesini (Na, K, Cl), metabolik katalizi (Zn, Cu, Se, Mg, Mn, Mo), oksijen bağlanmasını (Fe) ve hormon işlevlerini (I, Cr) etkiler.

Mikrobesin eksikliklerinin sağlık sonuçları arasında hastalığa yakalanma riskinin artması, zayıflayan bağışıklık sistemi ve bozulmuş fiziksel ve zihinsel gelişme nedeniyle ölüm oranlarının artması yer almaktadır. Birkaç mineral elementin, özellikle demir ve iyodun eksikliği, dünyanın birçok yerinde sağlık sorunlarının temel nedenidir. Dünyadaki kadınların yaklaşık %40’ının, büyük ölçüde yetersiz biyoyararlanımlı diyet demirinden dolayı kansız olduğu tahmin edilmektedir. Az miktarda Ca ve muhtemelen Mg alımı, dünya çapında çocuklarda raşitizme ve kadınlarda osteoporoza katkıda bulunmaktadır. Yetersiz diyetler nedeniyle birçok çocuk, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, Fe, Zn ve Cu ve diğer mikrobesinlerde eksiklik yaşamaktadır. Dünyadaki çocukların üçte biri fiziksel ve zihinsel potansiyellerine ulaşamamakta ve çocuk ölümlerinin yarısından fazlasını oluşturan bulaşıcı hastalıklara karşı savunmasız hale gelmektedir. Neredeyse 750 milyon kişi iyot eksikliğinden kaynaklı guatr veya ödemli kretinizme sahip ve yaklaşık 2 milyar kişi yetersiz iyot beslenmesinden etkilenmektedir. Bu beslenme eksiklikleri işçi üretkenliğini düşürür ve yetişkinlerde hastalık ve ölüm oranlarını artırır. Çoğu, yetersiz Cu, Cr ve B alımını da içeren diyetlerden kaynaklanır. Gelişmiş ülkelerde süt tüketiminin azalması gibi değişen beslenme düzenleri, osteoporoz gibi hastalıklara eğilimi artırabilir.

İçme suyu kaynakları, doğal olarak veya kasti veya tesadüfi eklemeler yoluyla bu temel minerallerin bazılarını içerebilir. Su kaynakları mineral içeriği açısından oldukça değişkendir ve bazıları, doğal koşullar (örneğin Ca, Mg, Se, F, Zn), kasıtlı eklemeler (F) veya borulardan sızma (Cu) nedeniyle belirli mineralleri önemli miktarda içerirken, çoğu beslenme açısından önemli mineralleri daha az miktarda sağlar. Birçok kişi, daha sağlıklı oldukları düşünülerek maden suyu tüketir.

İçme suyundan minerallerin ince bağırsak emilimi, mevcut belirli kimyasal türlerin içsel özellikleri, bağırsak ortamının fizyolojik koşulları ve minerallerin alındığı öğün/diyete bağlı dışsal faktörler dahil olmak üzere çeşitli faktörlere bağlıdır. Buna göre, suda bulunan selenyum (selenit, selenat), bağırsakta aktif olarak taşınan gıdalardaki selenoaminoasitlerden (yüzde 90-95) biraz daha düşük verimle (yüzde 60-80) pasif olarak emilir. Sudaki inorganik oksitlenmiş demir, bitkisel gıdalardaki demir demire benzer çok düşük verimlilikle (<%5) emilecektir. Mineral emilimi ayrıca yaşa bağlı verimlilik düşüşlerine (Cu, Zn), doğumdan sonraki ilk dönemlerde düzenlemenin olmamasına (Fe, Zn, Cr), eksiklik dönemlerinde reseptör düzenlenmesiyle verimliliğin uyarlanabilir artışlarına (Fe, Zn, Cu, Mn, Cr), metabolizma için diğer eşlik eden besin maddelerine bağımlılığa (Se-I, Cu-Fe) ve doku tutulması üzerindeki anabolik ve katabolik etkilere (Zn, Se, Cr) tabidir.

Sudaki mineraller, gıdalardaki minerallerin kullanımını etkileyen biyoyararlanımın hemen hemen aynı belirleyicilerine tabidir. Örneğin, fitat, fosfor ve trigliseritler, bağırsak lümen çözünürlüğünü ve dolayısıyla kalsiyum emilimini azaltabilir. Fitat ve diğer fermente edilemeyen lif bileşenleri Fe, Zn, Cu ve Mg’yi bağlayabilir ve sülfürler Cu’yu bağlayarak her birinin emilimini azaltabilir. Taşıyıcı paylaşan mineraller karşılıklı olarak birbirini inhibe edebilir (SO3-2 ile SeO3-2; Ca+2 ile Zn+2; Cd+2 ile Zn+2; Zn+2 ile Cu+2). Buna karşılık, iki değerlikli katyonların (Ca++, Fe++, Cu++, Zn++) biyoyararlanımı, ince bağırsaktaki emilimini artıran belirli şelat oluşturucu maddeler (örneğin etlerdeki belirlenmemiş faktörler, askorbik asit) ve kalın bağırsaktaki emilimini artıran belirli pro-biyotik faktörler (örneğin inülin ve diğer fruktooligosakkaritler) tarafından artırılabilir. Genel olarak, bitki bazlı diyetlerle birlikte tüketilen, fitat ve/veya polifenoller içeren ve birkaç destekleyici madde içeren su kaynaklı demirin düşük biyoyararlanımı beklenebilir. Benzer şekilde, su kaynaklı kalsiyum, oksalat içeren sebzelerle (amarant, ıspanak, ravent, pancar yeşillikleri, pazı) tüketildiğinde yetersiz düzeyde kullanılır; ve su kaynaklı Ca, Fe, Mg, P veya Zn, tam rafine edilmemiş, mayalanmamış tahıl taneleri veya yüksek fitat içerikli soya ürünleri içeren yiyecekler/diyetlerle birlikte tüketildiğinde düşük düzeyde kullanılır. Bağırsaktaki kalsiyum ve oksalat arasındaki bu kompleksleşme, böbrek taşı oluşumu potansiyelini azaltabilir. Bu minerallerin tipik biyoyararlanımı ve bulunma sıklığı Tablo 2’de özetlenmiştir.

Tablo 2. İçme Suyunda Besleyici Açıdan Önemli Minerallerin Tipik Biyoyararlanımı ve Oluşumu

BiyoyararlanımOluşum
Bazı Malzemelerde Orta MiktarlarÇoğu Malzemede Düşük Miktarlar
YüksekSe*P
NaK*
ClMo
FI*
 B*
Orta / DeğişkenCa*Mn
Mg* 
Cu* 
Zn* 
DüşükFe*Cr

*en azından bazı ülkelerde idealin altında tüketim ve/veya yaygın eksiklik

İçme suyunun beslenme durumuna potansiyel katkıları ayrıca su tüketimine de bağlıdır ve bu hem davranışsal faktörlere hem de çevresel koşullara bağlı olarak büyük ölçüde değişkenlik gösterir. Görece en fazla su tüketen kişiler arasında bebekler, sıcak iklimlerde yaşayanlar ve yorucu fiziksel aktivitelerde bulunan kişiler yer almaktadır.

Tüm bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda, bazen içme suyunda potansiyel olarak önemli seviyelerde bulunan besin maddeleri şunlardır:

  • Kalsiyum – kemik sağlığı ve muhtemelen kardiyovasküler sağlık için önemlidir
  • Magnezyum – kemik ve kardiyovasküler sağlık için önemlidir
  • Florür – diş çürüklerini önlemede etkilidir
  • Sodyum – aşırı terleme koşullarında kaybolan önemli bir ekstraselüler elektrolittir
  • Bakır – antioksidan işlevi, demir kullanımı ve kardiyovasküler sağlık için önemlidir
  • Selenyum – genel antioksidan işlevi ve bağışıklık sisteminde önemlidir
  • Potasyum çeşitli biyokimyasal etkiler için önemlidir, ancak genellikle doğal içme sularında önemli seviyelerde bulunmaz.

Bebekler ve Yenidoğanlar

Su ve temel minerallere duyulan ihtiyaç vücut ağırlığına göre bebeklerde ve çocuklarda yetişkinlere oranla daha fazladır. Vücut ağırlığına göre en yüksek su hacmi alımı yenidoğanda gereklidir ve yaşla birlikte azalır. Özel durumlar ek su alımını gerektirir, örneğin; prematüre veya düşük doğum ağırlıklı bebekler ya da ishal hastalığı. Yaşlılar ve güçsüzler genellikle yeterli su veya diğer sıvıları tüketmezler ve önemli sağlık sonuçları doğuran dehidrasyon yaşayabilirler (WHO 2003).

DSÖ Küresel Bebek ve Küçük Çocuk Besleme Stratejisi, yaşamın ilk altı ayında yalnızca anne sütü ile beslenmeyi teşvik eder. Bu mümkün değilse, mama ile beslemeyi düşünmek gerekebilir. Mama hazırlamak için kullanılan içme suyundaki değişken mineral içeriği, mama sütündeki mineral içeriğinin değişkenliğine yol açacaktır. Bazı su türleri, yeterli minerallerin eksikliğinden veya bebekler ve küçük çocuklar için zararlı olabilecek aşırı tuzların varlığından dolayı mama hazırlamada kullanıma uygun olmayabilir. Sodyum iyi bir örnektir, çünkü bebeklerin sodyum ihtiyacı düşüktür.

Mama ile beslenen bebekler de içme suyunda bulunan potansiyel olarak zehirli elementlerden, örneğin; aşırı korozife suya bağlı olarak bakır veya kurşun borulardan sızan aşırı bakır veya kurşun gibi aşırı alım riski altında bir gruptur. Son durumda, mama hazırlamada “ilk gelen suyu” kullanmamak, yani musluk suyunu kısa bir süre akıtmak, kurşun pirinç musluk armatürlerinden veya kurşunla lehimlenmiş boru ek yerlerinden kaynaklanıyorsa genellikle suyun metal içeriğini önemli ölçüde azaltacaktır. Kurşun şebeke bağlantıları veya kurşun borular farklı işlemler gerektirir.

İçme suyu arzı için demineralize suyun remineralizasyonu/stabilizasyonu, bölgesel diyet kompozisyonuna bağlı olarak kalsiyum, magnezyum ve diğer mineraller dahil olmak üzere bebeklerin ve çocukların özel gereksinimlerini hesaba katmalıdır.

İçme Suyu ve Sağlık İlişkileri

Su Sertliği ve Kardiyovasküler Hastalık: Su sertliği, Ca ve/veya Mg ve KVH risklerinin epidemiyolojik çalışmaları

1957’den bu yana yayınlanan dünya çapında literatürden su sertliği ve kardiyovasküler hastalık riskleri (bkz. Calderon ve Monarca makaleleri ve Tablo 3.1 kısmi özetler için) ile ilgili 80’den fazla gözlemsel epidemiyolojik çalışma toplandı. Bu çalışmalar 17’den fazla ülkede, özellikle Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’da yürütüldü. Bu raporda özetlenen çalışmaların çoğu hakemli İngilizce bilimsel dergilerde yayınlanmış ve bazıları doğu Avrupa literatüründen çevrilmiştir.

Çalışmaların çoğu, ancak tamamı değil, kardiyovasküler hastalık ölüm oranı ile artan su sertliği (kalsiyum karbonat veya başka bir sertlik parametresi ve/veya sudaki kalsiyum ve magnezyum içeriği ile ölçülür) arasında ters (koruyucu) bir ilişki bulmuştur. İlişkiler çok sayıda ülkede ve farklı araştırma tasarımlarıyla birçok farklı araştırmacı tarafından bildirilmiştir. Hem popülasyon hem de birey tabanlı çalışmalar faydalar gözlemlemiştir. En sık bildirilen fayda, iskemik kalp hastalığı ölüm oranında azalmadır. Faydalı etkilere ilişkin en güçlü epidemiyolojik kanıt, içme suyundaki magnezyum konsantrasyonları içindir; içme suyundaki kalsiyum konsantrasyonları için de kanıt vardı – ancak o kadar güçlü değildi. Ayrıca, kalsiyum ve magnezyum için olası bir etki mekanizması olduğunu düşündüren deneysel ve klinik araştırmalardan da destekleyici kanıtlar bulunmaktadır. Epidemiyolojik bulguların potansiyel önemi, su kalitesinde yapılan basit ayarlamalar yoluyla uzun vadede faydalı sağlık etkilerinin geniş nüfus gruplarına yayılabilmesidir.

Bu rapora özel olarak dahil edilmeyen magnezyum ve kalsiyum için yapılan birkaç müdahale ve klinik çalışma, hipertansif kişilerde tansiyonu düşürmede etkili olabileceklerini göstermektedir. Magnezyum, korucu etkisini açıklayabilecek olası bir temel olabilecek, kalp ve vasküler düz kas hücreleri üzerinde çoklu hücresel ve moleküler etkilere sahiptir. Miyokardiyal enfarktüs şüphesi taşıyan vakaların intravenöz magnezyum tuzlarıyla tedavisinin aritmi ve enfarktüs nedeniyle otuz gün sonraki terapiden kaynaklanan ölümleri azalttığı, kardiyak bir olaydan sonra magnezyum infüzyonunu içeren birkaç tıbbi tedavi çalışması karışık sonuçlar vermiştir. Diğer kontrollü insan tüketim çalışmaları, düşük ve daha yüksek magnezyum diyetlerindeki kişileri karşılaştırdığında fizyolojik farklılıkları ölçmüştür.

Diğer su bileşenleri ile ilgili çalışmalar

Başka mikro besinler ve iz element beslenmesi ile ilgili çalışmalar bu incelemede kapsamlı bir şekilde incelenmemiştir; ancak beslenme çalışmaları bunlardan bazılarının içme suyunda bulunmalarıyla ilişkili dolaylı veya doğrudan faydalı bir role sahip olabileceğini göstermiştir. Bununla birlikte, Finlandiya’da yayınlanan yakın tarihli bir çalışma, içme suyundaki demir ve bakırın kalp krizi riskini artırabildiğini ileri sürmüştür. Öte yandan, sert su tüketimiyle ilişkili görünen faydaların aynı zamanda, yumuşak suya kıyasla daha az aşındırıcılığın dolaylı bir sonucu olarak açıklanabileceği; böylece insanoğlunun boru ve armatürlerden süzülen metallere maruz kalmasının azaltılabileceği öne sürülmüştür. Suda bulunan bu esas ve diğer eser elementlerin ve suya maruz kalma koşullarının olası risklerini ve faydalarını daha iyi anlayabilmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.

Tartışma

Sert su, kaynak ve su tüketimi seviyelerine göre mutlak ve göreli konsantrasyonlar büyük ölçüde değişmesine rağmen, kalsiyum ve bazen magnezyumun bir besin kaynağıdır. Ortalama düzeyde kalsiyum ve magnezyum içeren sert suyun tüketimi, günlük beslenme gereksiniminin önemli bir yüzdesini sağlayabilir. Yetersiz toplam kalsiyum ve magnezyum alımı dünya çapında yaygındır, bu nedenle içme suyundan gelen bu besinler, daha ideal günlük alımlara yaklaşmak için önemli bir takviye olabilir. Ayrıca sert suyun, yemek pişirme sırasında yiyeceklerden kalsiyum, magnezyum ve diğer temel minerallerin kayıplarını azaltabileceği öne sürülmektedir. Gıda ve içecek üretimi için mineral açısından düşük su kullanılmışsa, bu ürünlerde de Ca, Mg ve diğer temel elementlerin seviyeleri düşecektir. Düşük alım, yalnızca içeceklerde kullanılan sudan sağlanan bu minerallerin daha az katkısı nedeniyle değil, aynı zamanda pişirme sırasında yiyecek ürünlerinden (örneğin sebzeler, tahıllar, patates veya et) suya geçen minerallerin daha yüksek kayıpları nedeniyle de meydana gelecektir.

Bildirilen epidemiyolojik çalışmaların çoğu daha az kesin ekolojik tiptedir, ancak birkaç kohort ve vaka kontrol çalışması da vardır. Gözden geçirilen çalışmalara dayanarak toplantı, içme suyunda magnezyum ve muhtemelen kalsiyum konsantrasyonları ile (iskemik) kardiyovasküler hastalık mortalitesi arasında ters bir ilişki hipotezinin desteklenmesi için yeterli epidemiyolojik ve başka biyolojik kanıt olduğuna karar vermiştir.

Genel halkta kalsiyum ve magnezyum tüketimi ile ilişkili bilinen zararlı bir sağlık etkisi yoktur ve kalsiyum ve magnezyumun besin değeri iyi bilinmektedir. Ayrıca felç, böbrek taşı oluşumu, yaşlılarda bilişsel bozulma, çok düşük doğum ağırlığı, çocuklarda kemik kırıkları, hamilelik komplikasyonları, hipertansiyon ve muhtemelen bazı kanserler gibi diğer hastalıklarla ilişkili yararlar için sınırlı ancak destekleyici kanıtlar da mevcuttur. Öneri, yeniden mineralleştirme sürecinde arıtılan suya magnezyum ve kalsiyumun yeniden eklenmesinin, tüketici popülasyonlarında sağlık yararları sağlayacağı yönündedir. Arıtılmış suya kalsiyum ve magnezyum karbonatların (kireç veya kireç taşı olarak) eklenmesi, yaygın bir su arıtma uygulamasıdır ve nispeten ucuzdur. Bu kaynaktan günlük olarak alınan bu elementlerin artması, bireysel davranış değişikliği gerektirmez ve halihazırda birçok su arıtma sürecinin bir parçası olarak yapılmaktadır.

Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, İsveç, Rusya ve Fransa’daki epidemiyolojik çalışmalar ve kalsiyum/fosfor metabolizmasındaki değişiklikler ve kemik dekalsifikasyonu üzerine yapılan araştırmalar, içme suyunda faydalı sağlık etkileri sağlayabilecek kalsiyum ve magnezyum seviyeleri (ve su sertliği) hakkında bilgi sağlar. Bazı yazarlar, kardiyovasküler ölüm oranının azalmasıyla ve diğer sağlık yararlarının, içme suyunda kalsiyumun yaklaşık 20 ila 30 mg/l ve magnezyumun 10 mg/l’lik minimum seviyelerle ilişkilendirileceğini öne sürmüşlerdir. İçme suyunda bu minimum seviyelerde önerilen günlük kalsiyum ve magnezyum oranının yüzdesi ülkelere ve ülkeler içinde değişecektir. Bu nedenle, suda daha düşük konsantrasyonlar bazı bölgelerde sağlık yararları sağlamak için yeterli olabilirken, daha yüksek seviyeler diğer bölgelerde faydalı olabilir. Genel sağlık yararları, su konsantrasyonlarına ek olarak toplam diyet alımlarına ve diğer faktörlere bağlı olacaktır. Etki-tepki bilgisi sınırlı olduğu için, her bölgede en olumlu popülasyon faydalarını sağlayabilecek kalsiyum ve magnezyum seviyelerini belirlemek için daha fazla analiz ve muhtemelen ek çalışmalar gereklidir.

Demineralize İçme Suyundaki Florür

Çoğu içme suyu bir miktar florür içerir. Florür deniz suyunda yaklaşık 1,2 ila 1,4 mg/l, yeraltı suyunda sıfırdan yaklaşık 67 mg/l’ye, yüzey sularında ise bazen 0,1 mg/litre veya daha az konsantrasyonlarda bulunur. Arıtılmış içme suyundaki florür miktarı, hedef kirleticiyi (örneğin arsenik) florürle birlikte uzaklaştıracak anyon değişim gibi arıtma işlemlerinden de etkilenir. Demineralizasyon ve diğer bazı arıtma işlemleri de florürü giderecektir.

Çok yüksek düzeyde aşırı florür alımı, neredeyse her zaman içme suyundan yüksek florür alımıyla ilişkilendirilen sakatlayıcı iskelet florozuna neden olur. Örneğin Hindistan, Çin ve Afrika’nın bazı bölgelerinde bu önemli ve geri dönüşümsüz bir sağlık sorunudur. Özellikle olgunlaşma aşamasında olmak üzere diş gelişimi sırasında aşırı florür alınması da diş florozuna yol açabilir; bu etkiler kalsiyum veya magnezyum gibi bazı minerallere eş zamanlı maruz kalmakla da hafifletilebilir. Hafif diş florozu, diş minesinin tam işlevsel olduğu, zar zor algılanabilen beyazımsı yüzey çizgileri şeklinde kendini gösterir. Aşırı florür alımı arttıkça diş florozunun şiddeti de artar. Şiddetli florozlu diş minesinin aşınmaya ve kırılmaya daha yatkın olduğu ve çukurlu, koyu renkte ve gözenekli diş minesi şeklinde görülebilir.

Florür alımının diş sağlığı üzerinde yararlı bir rol oynadığı son 50 ila 60 yıldır bilinmektedir; kemik oluşumu için yararlı olabileceğine dair bazı kanıtlar vardır, ancak bu kanıtlanmamıştır. Diş sağlığı için içme suyunda florürün en uygun konsantrasyonu genellikle 0,5 ila 1,0 mg/litredir ve tüketilen içme suyu hacmi ile diğer kaynaklardan alınan ve maruz kalınan florüre bağlıdır. Bu değerler, son 70 yıldır birçok ülkede doğal ve eklenmiş florürlü içme suyuyla yapılan epidemiyolojik çalışmalara dayanmaktadır. Bu konsantrasyon aralığında diş çürümesini en aza indirmek ve diş florozu seviyelerini en aza indirmek suretiyle maksimum çürük önleyici etki elde edilir. WHO’nun içme suyunda florür için rehber değer 1,5 mg/l’dir. ABD Çevre Koruma Ajansı, iklim koşullarında sakatlayıcı iskelet florozunun önlenmesini esas alarak ABD’de Maksimum Kirletici Seviyesini 4,0 mg/l ve orta ila şiddetli diş florozunu önlemek için rehber seviyesini 2,0 mg/l olarak belirlemiştir. Diş ve iskelet florozunun yaygınlığı, yüksek florürlü kömür yakma (örneğin Çin’in bazı bölgelerinde), diğer diyet kaynakları ve toplam su tüketimi gibi diğer kaynaklardan florüre maruz kalmanın solunumu ile de etkilenir. Kalsiyum ve magnezyum eksikliği gibi diğer su faktörleri de muhtemelen bir miktar etkiye sahip olabilir.

Diş çürükleri (diş çürümesi), ağızdaki belirli bakteriler ile diyetteki basit şekerler (örneğin sükroz) arasında diş yüzeyinde gerçekleşen bir etkileşimin sonucudur. Toplumun ağız hijyeni bakımı ve alışkanlıkları, florürlü diş macunu kullanımı, florürün topikal olarak uygulanması gibi diş tedavileri ve florürlü su tüketimi çürük görülme sıklığının azaltılmasında katkıda bulunan önemli faktörlerdir. Şekerli gıdaların tüketimi, diş çürüğüne önemli ölçüde katkıda bulunur. Şeker alımının düşük olduğu (kişi başına yılda yaklaşık 15 kg’dan az) topluluklarda genellikle diş çürüğü riski düşükken, şeker alımının yüksek olduğu (kişi başına yılda yaklaşık 40 kg’dan fazla) topluluklarda risk yüksek olacaktır.

İçme suyundan aşırı florür alımı sonucu iskelet ve diş florozu riskinin yüksek olduğu yerlerde, içme suyundaki florür seviyeleri güvenli seviyelere düşürülmeli veya özellikle küçük çocuklar için daha düşük florürlü bir kaynak kullanılmalı ve yutulmayan/solunmayan önemli maruziyetler kontrol altına alınmalıdır. Diş çürüğü için toplam risk faktörlerinin düşük olduğu durumlarda (ve düşük kalmaya devam ettiği durumlarda) düşük florürlü su tüketmenin diş çürüğü üzerinde çok az veya hiç bir etkisi olmayacaktır, ancak iskeletten olası net florür kaybına karşı toplantı katılımcıları, 0,1 ila 0,3 mg/l arasında bir taban seviyenin korunmasının dikkate alınması gerektiğini düşündüler.

Çürük riskinin yüksek veya arttığı yerlerde yetkililer, WHO’nun GDWQ seviyesi olan 1,5 mg/l aralığında, tercihen su tüketim oranlarına göre ayarlayarak, demineralize kamu su kaynağına florür eklemeyi düşünebilirler; ancak diğer faktörler de dikkate alınmalıdır. Örneğin halkın diş sağlığı bilincinin çok yüksek olduğu ve alternatif florür kaynaklarının (örneğin florürlü diş macunu) yaygın olarak bulunup kullanıldığı İskandinav ülkeleri gibi ülkelerde, suyu florürlememeye, florürü çıkarmaya veya suboptimal florür seviyelerine sahip içme suyu tedarik etmeye karar verilmesi muhtemelen çok az sonuç doğuracaktır. Öte yandan, düşük gelirli gruplar gibi bazılarında halkın diş sağlığı bilinci daha düşük olabilen gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde 0,5 ila 1,0 mg/l konsantrasyonlarda doğal veya eklenmiş florür içeren su, diş sağlığı için önemli olacaktır. Bazı ülkeler, florür eksikliği olan bölgelerde florür takviyesi olarak florürlü sofra tuzu kullanmaktadır. Demineralize suyu florür eklenmeden içme suyu kaynağı olarak kullanma kararı şu hususlara bağlı olacaktır: mevcut yerel tedarikteki florür konsantrasyonu, tüketilen su hacmi, diş çürüğü risk faktörlerinin yaygınlığı (şeker tüketimi verileri dahil), ağız hijyeni uygulamaları ve diş bakımı, halkın diş sağlığı bilinci seviyesi ve tüm nüfusa sağlanan alternatif florür alım kaynaklarının varlığı.

SONUÇLAR VE ÖNERİLER

Toplantı katılımcıları şunları sonuca varmıştır:

  • Genel olarak, sert su tüketiminin kalp damar hastalığı (KDV) riskini biraz düşürdüğü hipotezi muhtemelen geçerlidir ve bu faydaların daha olası katkısını sağlayan magnezyumdur.
  • Arıtılmış ve aşındırıcı içme suyuna kalsiyum ve magnezyum seviyelerini artıracak veya yeniden oluşturacak katkı maddeleri ile mümkün olduğunca su stabilize edilmelidir. Genel kamuoyuna ve sağlık uzmanlarına topluluk tedariklerinin ve şişelenmiş suyun bileşimi hakkında bilgi verilmelidir. Su şişeleyicileri, nüfus kesimleri için faydalı olan mineral bileşimine sahip bazı suları sağlamayı da göz önünde bulundurabilir.
  • Uygun şekilde stabilize edilmedikçe, arıtılmış ve bazı doğal sular, boru sistemlerine zarar veren ve ayrıca bakır ve kurşun gibi metallere maruziyeti artırabilen tesisatta aşınmaya neden olur. Tedarikçiler tarafından uygun şekilde stabilize edilmiş su sağlanmalı ve uygun tesisat malzemeleri kullanılmalıdır.
  • Daha geniş bir fizyolojik ve iklim koşulu altında su ve diğer sulu içecekler de dâhil olmak üzere sıvı bileşimi ve alımının, hassas nüfus kesimlerinin mineral beslenmesi üzerindeki etkisine dair daha kesin verilere, içme suyundaki minerallerin mineral beslenmesi üzerindeki önemini daha kesin bir şekilde değerlendirmek için ihtiyaç vardır.
  • Sert suyun yanı sıra toplam çözünmüş katı madde içeriği hem yüksek hem de düşük suların tüketimi ile ilişkili potansiyel olumlu veya olumsuz sağlık sonuçları hakkında ek çalışmalar yapılmalıdır. Araştırmacılar, sert ve yumuşak sularda ve yumuşatılmış sularda bulunabilecek kalsiyum ve magnezyum seviyelerinin yanı sıra diğer mineraller ve eser elementleri de göz önünde bulundurmalıdır.
  • Tüketicilerin içme suyu ve yemek pişirme için mineralli suya erişebilmesi için evsel su yumuşatma cihazlarının uygulama yöntemlerine ilişkin bilgi verilmelidir.
  • İçme suyu arıtımında kullanılan kireç gibi kimyasalların, bitmiş suya kabul edilemez miktarda zararlı kimyasallar getirmeyecek şekilde o uygulamaya uygun kalitede olduğundan emin olunmalıdır.
  • Araştırmacılar, potansiyel sağlık etkilerini değerlendirmek için nüfus müdahale çalışmalarını yürütmek üzere doğal deneylerden (su kaynaklarını ve arıtımı değiştiren topluluklar) yararlanabilirler. Örneğin, çalışmalar, toplulukları su kaynaklarını değiştirmeden önce ve sonra veya su kompozisyonunu önemli ölçüde değiştiren arıtma teknolojilerinin getirilmesini karşılaştırabilir.
  • Su tesisleri kalsiyum, magnezyum ve eser elementler bakımından sularını periyodik olarak analiz etmeleri teşvik edilmektedir. Bu, eğilimleri değerlendirirken ve gelecekteki epidemiyolojik çalışmaları yürütürken yardımcı olacaktır.
  • Dünya diyetlerinin mineral besin içeriği ve yeterliliği hakkında çalışmaların yapılması, böylece yeterlilikler ve yetersizlikler belgelenebilir ve muhtemelen hafifletilebilir.
  • Bir dizi potansiyel olarak ilgili sağlık sonucu (ör., böbrek taşı oluşumu, KDV, hipertansiyon insidansı, osteoporoz, felç, mineral dengesi, mineral beslenme eksiklikleri) değerlendirilmelidir. Maruz kalma değerlendirmeleri kalsiyum, magnezyum ve iz elementler için analizler içermelidir.
  • Borulardan metalleri ayırarak tüketilen yumuşak korozif su ile ilişkili olumsuz sağlık sonuçları olup olmadığı konusunu değerlendirilmelidir. Ayrıca, yumuşatılmış suların bu açıdan yumuşak sulardan farklılaşıp farklılaşmadığını belirlemek için ek çalışmalar yapılmalıdır.
  • Kalp krizi ve osteoporoz gibi diğer hastalıklar açısından yüksek risk taşıyan kişilerde, mineral takviyelerinin potansiyel faydalarını değerlendirmek için klinik çalışmalar yapılmalıdır. Önceki çalışmaların sonuçları tutarsız olmuştur.
  • Sağlık Bakanlığı, İçme Suyu Kalitesi Yönetmeliği’nin revizyonlarında, su sertliği özellikleri de dâhil olmak üzere besin minerallerinin faydalı rollerini dikkate almalıdır.
  • Bu konu, genel halk sağlığı açısından potansiyel olarak bu kadar önemli olduğundan, Dünya Sağlık Örgütü İçme Suyu Kalitesi Yönergesi’nin bir sonraki revizyonunda dikkate alınmadan önce ayrıntılı bir durum değerlendirmesi hazırlanmalıdır.

SU İHTİYAÇLARINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER VE ÖNERİLEN ALIMLAR

GİRİŞ

Su, tüm bilinen yaşam formları için vazgeçilmez bir besin maddesidir ve insanlarda sıvı ve elektrolit homeostazının sağlandığı mekanizmalar iyi bilinmektedir. Yakın zamana kadar, su gereksinimleri hakkındaki araştırmalarımız susuzluk gibi olumsuz olaylardan kaçınma ihtiyacıyla yönlendiriliyordu. Su alımı önerileri belirlemeyi denerken dikkate alınması gereken etkileşen faktörler konusundaki artan anlayış bize yeni ve zorlu sorular sunmaktadır.

Bu makale, büyük ölçüde su ihtiyaçları, yetersiz alımların olumsuz sonuçları ve sıvı ihtiyaçlarını etkileyen faktörler üzerinde yoğunlaşacaktır. Diğer ilgili konulara da değinilecektir. Örneğin, besinsel suyun yaygın kaynakları nelerdir ve bunlar kültür, coğrafya, kişisel tercih ve bulunabilirliğe göre nasıl değişmektedir ve su dengesi için gerekenden daha fazla sıvı alımı olması optimal midir?

Yeterli su tüketiminin olumsuz sonuçları, su gereksinimleri ve gereksinimleri etkileyen faktörler

1. Olumsuz Sonuçlar

Yetersiz su alımının olumsuz sonuçlarından biri susuzluktur. Akut susuzluğun semptomları su açığının derecesine göre değişir. Örneğin, vücut ağırlığının %1’lik sıvı kaybı vücut ısısını etkiler ve susuzluk bu susuzluk düzeyinde ortaya çıkar. %2’de susuzluk artar ve %3 civarında ağız kuruluğu görülür. Belirsiz rahatsızlık ve iştahsızlık %2’de görülür. Bozulmuş egzersiz ile termoregülasyon eşiği %1 susuzlukta ortaya çıkar ve %4’te iş kapasitesinde %20 -%30 azalma görülür. Konsantre olma zorluğu, baş ağrısı ve uyuşukluk %5’te görülür. Uçlarda karıncalanma ve uyuşma %6’da görülebilir ve %7 civarında çökme meydana gelebilir. %10’luk bir vücut suyu kaybı yaşamı tehdit eder. 1967 Altı Gün Savaşı sırasında 20.000’den fazla Mısır askeri sıcaktan öldü. Mısır birlikleri sıkı su tasarrufu uygulamalarını izliyordu. Aynı dönemde bol miktarda saha suyu kaynağı ve komut tarafından uygulanan su politikaları olan İsrail birliklerinde en az ısı kaybı yaşandı.

%2’lik bir susuzluğa eşlik eden belirsiz rahatsızlık önemli bir etkiye sahip olmasa da %4’te görülen iş kapasitesindeki %20- %30’luk azalma üretkenlik üzerinde önemli bir olumsuz etki yaratabilir. Kronik susuzluğun olumsuz sağlık sonuçları bu makalede ele alınacaktır.

2. Minimum Su İhtiyacı

Su için minimum requirement, kayıplara eşit olan ve dehidrasyon gibi yetersiz suyun olumsuz etkilerini önleyen miktardır. Tavsiyelerde bulunmak için kullanılan requirement tahminleriyle ilişkili çok sayıda sınırlama vardır. İnsanların sıvı ihtiyacını tanımlamak için tasarlanan araştırmanın incelenmesi, meselenin karmaşıklığını takdir etmemizi artırır. Birçok iç ve dış etken, su ihtiyacını etkiler. 1989’daki Önerilen Besin Ödenekleri’nde belirtildiği gibi herkesin ihtiyaçlarını karşılayan bir tavsiyede bulunmak imkansızdır:

  • Bakım (idame) su ihtiyacının temel belirleyicisi metabolik gibi görünmektedir, (Holliday ve Segar, 1957) ancak gerçek su ihtiyacı tahmini oldukça değişken ve oldukça karmaşıktır. Su ihtiyacı, belirgin şekilde değişebilen duyusal olmayan kayıpları dengelemek ve böbrekler için tolere edilebilir bir çözünmüş madde yükünü korumak için gerekli miktar olduğu için genel bir su ihtiyacı belirlemek imkansızdır (besin bileşimi ve diğer faktörlerle birlikte değişebilecek bir değer).
  • Genel bir su ihtiyacı belirlemenin pratik olmaması, Su, Potasyum, Sodyum, Klorür ve Sülfat için Besin Referans Alımlarında tekrarlandı:
  • Sadece metabolizmadaki farklılıklara değil, aynı zamanda çevresel koşullara ve aktiviteye de dayanan su ihtiyaçlarındaki aşırı değişkenlik göz önüne alındığında, tüm çevresel koşullarda görünüşte sağlıklı kişilerin yarısının yeterli hidrasyonunu ve optimal sağlığını sağlayacak tek bir su alımı seviyesi yoktur.

Bu nedenle Panel, Sağlıklı A.B.D. ve Kanada bireyleri ve nüfusları için su alımı için bir Tahmini Ortalama İhtiyaç (EAR) ve dolayısıyla bir Önerilen Besin Ödeneği (RDA) belirlemenin mümkün olmadığına karar verdi. Dolayısıyla, Yeterli Alım (AI), sağlıklı A.B.D. ve Kanada bireyleri ve nüfusları için su alımına ilişkin referans değeri olarak belirlenmiştir.

3. İhtiyaçları Etkileyen Faktörler

Ilıman koşullarda hareketsiz ve orta düzeyde aktif bireylerde, su vücuttan idrar, dışkı, solunum ve buharlaşma yoluyla atılır. Artan fiziksel aktivite ve ılıman olmayan koşullarda ter kaybı vücut su kaybına katkıda bulunur. Meydana gelen sıvı kaybının minimum miktarına zorunlu su kaybı denir. Ancak çeşitli faktörler zorunlu kaybı etkileyebilir. Örneğin, zorunlu idrar kaybı, vücuttan çeşitli çözücülerin uzaklaştırılması gerektiği için meydana gelir. İdrar için gereken minimum su miktarı, günlük çözücü dışılım yüküne, öncelikle diyetle belirlenen ve elde edilebilen maksimum idrar konsantrasyonuna bağlıdır (6;7). İdrar yoğunlaştırma yeteneği yaş ve böbrek hastalığı ile değişir. Normalde dışkı su kaybı küçüktür, günde yaklaşık 100 mL olarak tahmin edilir.

Cildin içinden geçen (trans epidermal difüzyon) ve ardından buharlaşma ile kaybolan ve solunum yoluyla kaybolan su toplu olarak hissedilemeyen su kaybı olarak adlandırılır. Hissedilemeyen su, metabolik ısı dağılımı ile ilişkilidir. Hissedilemeyen su kaybının tahmininin bebeklerde yetişkinlerden daha fazla değiştiği gösterilmiştir, ancak Holliday ve Segar her yaşa uygulanmak üzere ortalama 100 kcal’de 50 mL su kaybı önermiştir. Kalori harcaması ve vücut yüzey alanı eşit olsa bile deriden ve akciğerlerden kaynaklanan hissedilemeyen su kaybı değişebilir. Çevre sıcaklığı ve nem oranı, yükseklik, solunan hava miktarı, hava akımları, kıyafet, deri yoluyla kan dolaşımı ve vücudun su içeriği hissedilemeyen su kaybını etkileyebilir.

1930 yılında yayınlanan bir çalışma, ılıman koşullar altında sağlıklı bir yetişkinin toplam su çıktısını bildiren tek birincil referanstır. Laboratuvara kapatılmış hareketsiz, 60 kiloluk bir erkek denek üzerinde beş gün boyunca toplam alım ve çıkış verileri bildirildi. Ortalama çıktı 2675 mL idi ve 2227 mL ile 3205 mL arasında değişmekteydi. Hissedilemeyen kayıp oldukça sabit kaldı (1073-1213 mL), idrar suyu ise 1149 mL ile 2132 mL arasında değişti. Yaygın olarak başvurulan bazı ortalama çıkış değerleri, bu 60 kiloluk erkeğin belgelenen çıktısından çok daha düşüktür. Yine de, bildirilen ortalama günlük çıktının geniş aralığı, bireyler arasındaki ve bireylerin içindeki değişkenliği yakalar gibi görünmektedir.

İki diyetin hidrasyon üzerindeki etkisini değerlendiren bir başka çalışma, çaprazlama tasarımı kullanılarak 27 sağlıklı, hareketsiz erkek denek üzerinde yürütülmüştür. İçecek tahsisatının bir parçası olarak su sağlayan denemede, denekler içeceklerinin üçte birini sade içme suyu olarak tükettiler. “Susuz” denemede sade içme suyu tüketilmedi. Denekler çalışma sırasında metabolik bir üniteye kapatıldı ve fiziksel aktivite, uyku/uyanıklık döngüsü, ısı ve nem kontrol edildi. Sonuçlar, iki diyet arasında hidrasyon üzerindeki etkinin farklılık göstermediğini ve deneklerin her iki denemede de öhidrasyonunu koruduğunu gösterdi. Bu çalışmada deneklerin yiyecek ve içeceklerden tükettiği ortalama toplam su 1.1 mL/kcal idi.

Su gereksinimlerinin incelenmesinden çıkarılabilecek en önemli sonuçlar belki de sınırlı bilimsel veriler ve bireyler arasındaki ve bireylerin içindeki değişkenliğin büyüklüğüdür (16-18). Önerileri değerlendirirken bunu göz önünde bulundurmak önemlidir, çünkü öneriler ille de gereksinimler değildir.

4. Su İhtiyacını Artıran Faktörler

Küçük çocuklar, hamile ve emziren kadınlar, yaşlı yetişkinler ve bazı hastalıklara sahip olan kişilerin sıvı ihtiyaçlarının artması muhtemeldir. Ayrıca, ihtiyaçlarını karşılamada ek zorluklar yaşayabilirler (19). Ancak, sayfa sınırlaması nedeniyle bu belirli grupları yeterince incelemek mümkün değildir. Sıcak ve nemli ortamlarda sıvı alımı gereksinimleri ve önerileri, bu gibi ortamlarda gereksinimlerin akıl almaz ölçüde artması ve dünya çapında bu ortamlarda çok sayıda kişinin çalışma yapması nedeniyle burada incelenecektir.

5. Termal ve fizyolojik stres

Ilıman ve hareketsiz koşullarda ter yoluyla kaybedilen su genellikle düşüktür. Ancak aşırı terleme, aşırı sıcak ve/veya nemde egzersiz yapan veya çalışan kişiler için önemli bir su ve elektrolit kaybı kaynağı olabilir. Fiziksel olarak aktif kişilerde terleme en değişken su kaybını oluşturur. Terleme oranları saatte 3 ila 4 litreye kadar ulaşabilir. Terleme hızındaki varyasyon, egzersizin yoğunluğuna ve süresine, yaşa, cinsiyete, eğitime, ısı uyumuna, hava sıcaklığına, neme, rüzgar hızına, bulut örtüsüne, giysiye ve kişinin terleme hızına bağlıdır. Toplam günlük sıvı ihtiyacının günlük workload ve ısı stresi seviyesine bağlı olarak 2 litreden 16 litreye kadar değiştiği görülmüştür.

Termal ve fizyolojik stres altındaki kişilerin sıvı ve tuz alımına özel dikkat etmeleri gerektiği uzun zamandır bilinmektedir. Askerler bu bağlamda kapsamlı bir şekilde incelenmiştir. Monograflar ve bilimsel yayınlar, ABD tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında hayatta kalma ve dayanıklılık amaçlı yürütülen kapsamlı araştırmalardan bazılarını sunmaktadır. Askeri ve havacılık personeli üzerindeki araştırmalardan elde edilen bilimsel bulgular, termal ve fizyolojik stres koşulları altındaki sıvı gereksinimleri hakkında temel ve vazgeçilmez bilgiler sağlamaya devam etmektedir. Araştırmalar genel olarak, dehidratasyon seviyelerinin artmasıyla birlikte iş performansında kademeli olarak azalma ve kişiler arası ve kişiler içinde terleme oranları, su alımı ve su gereksinimleri açısından varyasyon olduğunu göstermiştir.

Ilıman koşullarda elle çalışma yöntemleri kullanan orman işçilerinin sağlığı ve üretkenliği üzerindeki ısı stresinin etkilerine ilişkin bir çalışma Kuzey Doğu Zimbabve’de yürütülmüştür. Orman işçilerine her yarım saatte 0,17 veya 0,6 litre su verilmiştir. Dehidratasyon ve üretkenlikte azalma bulgularına dayanarak araştırmacı, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün ağır ormancılık çalışmaları sırasında günde en az 5 litre sıvı tüketilmesi yönündeki tavsiyesinin ılıman koşullardaki çalışmaları da kapsaması gerektiği sonucuna varmıştır.

39 erkek yer altı madencisinde dehidratasyonu değerlendirmek için bir saha araştırması yürüten araştırmacılar, sık sık az miktarda içmenin gerekliliği konusunda bilgilendirilen işçilerin “gönüllü dehidratasyondan” muzdarip olmadıkları sonucuna varmışlardır. Vardiya başına ortalama sıvı tüketimi, 2,40 ile 12,50 litre aralığında olmak üzere 6,48 ± 2,41 litredir. Tam vardiya ortalama tüketim hızı, 0,32 ile 1,47 aralığında olmak üzere saatte 0,8 ± 0,27 litredir. Hidrasyon durumu idrarın özgül ağırlığına göre belirlenmiştir. Vardiya başlangıcında, ortasında ve sonunda ortalama özgül ağırlıklar sırasıyla 1,0252, 1,0248 ve 1,0254’tür. Bununla birlikte özgül ağırlığın hidrasyon durumunun güvenilir bir ölçüsü olmadığı gösterilmiştir.

Zimbabve Ulusal Ordusu erzaklarının, ağır fiziksel iş yapan askerler veya sıcak ve kuru koşullarda normal iş yapanlar için yeterli olup olmadığını belirlemek için tasarlanan bir çalışmada, 12 asker üzerinde enerji harcaması ve toplam vücut suyu karşılaştırılmıştır. Sekiz asker rastgele test grubuna (ağır iş), dört asker ise kontrol grubuna (normal iş) atanmıştır. Çalışma süresi 12 gün sürmüştür. Test grubundaki günlük ortalama sıvı alımı, kontrol grubunda yaklaşık 7 litreye kıyasla günde 11 litredir. Araştırmacılar standart erzakın yetersiz olduğu sonucuna varmışlardır.

Amerika Birleşik Devletleri Ordusu, 1999 yılında sıvı replasmanı yönergelerini revize etti. Revize yönergeleri daha önceki yönergelerle karşılaştırmak için sıcak havalarda açık hava askeri eğitimle uğraşan askerler üzerinde bir çalışma yapıldı. Revize yönergeler, önceki yönergelere kıyasla serum sodyumundaki düşüşü etkili bir şekilde geriye aldı, vücut kütlesindeki artışı azalttı, hidrasyonu korudu ve aşırı içmeyi en aza indirdi.

1989 ile 1999 yılları arasında 190 askeri personelin su zehirlenmesi (hipozmolite/hiponatremi) nedeniyle hastaneye kaldırılmasının ardından, Silahlı Kuvvetlerin yönergelerinin revize edilmesi gerekebileceği tespit edildi. Hiponatremi, özellikle tuz (sodyum klorür) bakımından düşük bir diyetle birlikte büyük miktarda sade içme suyu tüketildiğinde bir risk olarak düşünülmelidir.

Tavsiyeler ve Gereksinim Tahminleri

Kayıpları telafi etmek için gereken su miktarı mutlak gereksinimdir. Ancak kontrollü koşullar dışında gereksinimleri tam olarak tahmin etmek mümkün değildir. Tavsiyeler, bireylerin ve grupların beslenmesini değerlendirmede ve planlamasında ve politika oluşturmada kullanılan standartlardır. 

Tropikal Tarım Derneği, su gereksinimleri hakkında bilgi yayınlamıştır ve bunları insan, hayvan ve sulanan bitkiler için yılda litre olarak ifade etmiştir. Ilıman bir bölgede 70 kg ağırlığında bir insanın sıvı replasmanı için minimum su ihtiyacı günde 3L’ye veya 42.9mL/kg’a denk gelir. Tropikal bölgede aynı kiloya sahip bir bireyin minimum ihtiyacı günde 4.1-6L’ye veya 58.6-85.7mL/kg’a denk gelir. 

Amerika Birleşik Devletleri sivil nüfusunun diyet standartları olan Önerilen Besin Ödenekleri (RDA), ulusal savunmaya dayanmaktadır. Ulusal Araştırma Konseyi’nin bir parçası olan Gıda ve Beslenme Kurulu (FNB), 1940 yılında “Ulusal Savunma ile ilgili beslenme sorunları konusunda tavsiyelerde bulunmak için” kurulmuştur. 1945’ten beri 1 mL su/kcal enerji harcaması miktarı önerilmektedir (40). 1989’da FNB, daha yüksek bir miktar ekleyerek “…su zehirlenmesi riski çok düşük olduğu için belirtilen su ihtiyacı genellikle aktivite seviyesindeki değişiklikleri, terlemesi ve çözünen madde yükünü karşılamak için 1.5 mL/kcal’a çıkarılır” ifadelerini kullandı.

2004 yılında Gıda ve Beslenme Kurulu yaşa ve cinsiyete göre Su için Yeterli Alışlar (AI) belirlemiştir. Su için Diyet Referans Alımları (DRI) tablo 3 ve tablo 4’te gösterilmiştir.

Askerler gibi sporcuların performansı için hidrasyon durumu çok önemlidir. Fiziksel performans sırasında dehidratasyonun ölçülmesi ve sonuçları ile sıvı alımı için stratejiler ve tavsiyeler üzerine önemli çalışmalar yapılmıştır. Sporculara genellikle antrenman ve yarış sırasında kaybedilen vücut suyunun (vücut ağırlığındaki değişiklikle ölçülür) eşit miktarda sıvı ile değiştirilmesi önerilir ve 1 kg’ın 1 L’ye eşit olduğu kuralı kullanılır. Fiziksel ve çevresel olarak strese maruz kalan bireylerin sıvı ihtiyaçları hakkında çok sayıda monografi ve makale yayınlanmıştır.

Su Alımı ve Kaynakları

Su alımı, gıda ve içecek olarak tüketilen suyu, ayrıca yiyeceklerin oksidasyonu (metabolik su) ve vücut dokusunun parçalanmasıyla oluşan nispeten az miktarda suyu içerir. Metabolik su yaklaşık 350 ila 400 mL/gündür. Gerçek su tüketimini belirlemek çeşitli nedenlerden dolayı zordur, bunun bir nedeni de yayınlanmış raporların çoğunun toplam su kullanımı (içme suyu, temel hijyen için kullanılan su vb.) için olmasıdır. Ek olarak, bazı su alımı raporları yalnızca musluk suyunu bildirir ve bu nedenle diğer içecekler olarak sağlanan su hesaplamalara dahil edilmez. Williams ve diğerleri, literatürde bildirilen ortalama su alımı oranlarının 1,04 ila 1,63 L/kişi/gün aralığında olduğunu bildirmiştir.

İnsanlar suyu sade içme suyu, içecek ve yemek olarak tüketirler. Gıdalardaki su, hazırlama sırasında içerdiği veya eklenen veya metabolizma tarafından üretilen su olabilir. Bunların hepsi “toplam su alımına” katkıda bulunur. Ne yazık ki, toplam su tüketimi hakkında çok az veri bulunmaktadır. Mevcut veriler hem bireyler arasında hem de bireylerde alımlarda önemli farklılıklar olduğunu göstermektedir.

İnsanlar üzerinde yapılan çalışmalar, sıvı alımını etkileyen çok sayıda faktör olduğunu göstermiştir (49;50). Mevcutluk, ortam sıcaklığı, lezzet, lezzet çeşitliliği, içeceğin sıcaklığı, içeceğin kişiye yakınlığı ve hatta içecek kabının tamamı alımı etkilediği gösterilmiştir. Kültürel farklılıklar bildirilmiş olsa da veriler sınırlıdır (Tablo 5’e bakın).

İçeceklerin su içeriği değişir. Sade içme suyu ve diyet meşrubatlar %100 su iken, kahve ve çay %99,5 ve spor içecekleri %95 sudur. Meyve suları %90 ila %94 arasında su içerir. Yağsız süt, %2 yağlı süt ve tam yağlı süt sırasıyla %91, %89 ve %87 su içerir. Tüketim verileri olmasa da, Tablo 5’teki pazar payı verileri tüketim eğilimlerini yansıtır. Bu içeceklerden alınan su miktarı, alkol içeren içecekler hariç, tahmin edilebilir.

Araştırmacılar, alkolden buharlaştırma etkisini 1932 gibi erken bir tarihte tanımlamış ve daha sonraki çalışmalar buharlaştırma etkisini doğrulamıştır. Stookey tarafından önerilen bir formül, tüketilen suyun tutulmasını belirlemek için alkolün etkilerine ilişkin nicel tahminler uygulanmıştır. Stookey, çok sayıda varsayımda bulunarak, tüketilen her 10 mL alkole karşın 10 mL su kaybı olduğunu tahmin etmektedir. Eggleton, 1942’de alkollü bir içeceğin ardından oluşan idrar atımının, içerideki alkol miktarıyla yaklaşık olarak doğru orantılı olduğunu ve az miktarda alkol içeren içeceklerin tüketiminin susuz kalmış kişilerde sıvı takviyesini bozmadığını ileri sürmüştür. 1995 yılında yapılan bir çalışma bu görüşü desteklemiştir. Taivainen ve meslektaşları, sağlıklı yetişkin erkeklerin meyve suyu ve alkol (vücut ağırlığının 1,2 g/kg) içeren bir içecek tüketmesinin ardından idrar atımının meydana geldiğini, ancak alkol alımından sonraki 12 saate kadar süren bir antidiüretik faz olduğunu bulmuştur. Araştırmacılar, alkol tüketiminden hemen sonra sıvı tüketiminin (4 saat boyunca 800 ml) ve ardından 6 saat sonra (20 ml/kg) alkol kaynaklı idrar atımından kaynaklanan su kaybının çoğunu telafi edeceği sonucuna varmışlardır. Bu nedenle, akut alkol alımının ardından yeterli sıvı alımı varsayıldığında alkol kaynaklı idrar atımının geçici olduğu ve 24 saatlik bir süre boyunca önemli sıvı kayıplarına yol açmayacağı görülmektedir.

Shirreffs ve Maughan, alkolün susuz kalmış kişiler tarafından tüketildiğinde idrar atımını artırıp artırmadığını belirlemek için bir çalışma yapmışlardır. Egzersiz kaynaklı susuz kalmanın ardından denekler, tahmini ter kaybının %150’sine eşit bir hacimde sıvı tüketmişlerdir. Dört farklı denemede tüketilen sıvılar alkolsüz bira ve alkolsüz biraya %1, %2 veya %4 oranında alkol eklenmiştir. Sonuçlar, alkolün idrar söktürücü etkisinin susuz kalmış kişiler tarafından tüketildiğinde önemli ölçüde azaldığını göstermiştir. Tüketilen alkol miktarı arttıkça idrar üretimi de artmış ve %4 alkollü içecek tüketildiğinde kan hacminin iyileşme oranında önemli bir azalma olmuştur. Shirreffs ve Maughan çalışmasındaki tüm denemelerde deneklerin tahmini ter kaybının %150’ini tüketmiş olduklarını, ancak denekler ter kayıplarının %100’ünü veya daha azını tüketmiş olsaydı ya da içeceğin alkol içeriği daha yüksek olsaydı sonuçların ne olacağı sorusu gündeme gelmiştir.

Akut alkol tüketiminin ardından yeterli sıvı alımına ilişkin araştırmalar, ölçülü alımın hidrasyon durumu üzerinde uzun vadeli bir etki yaratmadığı ile doz-cevap ilişkisini desteklerken, kronik alkol tüketicilerinde hem bazal seviyede hem de etanol alımından sonra yüksek serum osmolalite gözlenmiştir. Alkol kaynaklı idrar atımı, nörohormonal düzensizlikler, susuzluk algısı ve/veya sıvı tüketim alışkanlıklarının, kronik alkol tüketicilerinde gözlenen susuzluğa (serum osmolalite ile belirlendiği şekilde) ne ölçüde katkıda bulunduğu belirsizdir.

Özellikle günlük diyetlerinin bir parçası olarak rutin olarak alkollü içecekler tüketen çok sayıda kültürün olduğu göz önüne alındığında, alkolün sıvı dengesi üzerindeki etkilerinin daha ayrıntılı olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Günlük diyetin bir parçası olarak kronik tüketim, yüksek hacimli akut tüketime göre ve doz-cevap çalışmaları, toplam su alımını hesaplanırken alkolün nasıl ele alınması gerektiğini belirlemek için yararlı bilgiler sağlayacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde bireylerin sıvı alımının çoğu sade su olarak tüketilmez, bunun yerine kültürel, ekonomik, sosyal, çevresel ve duyusal faktörlerden etkilenen çeşitli yiyecek ve içeceklerden sağlanır. Ershow, Cantor ve diğerleri, 1977-1978 Ulusal Gıda Tüketim Anketi’nden (NFCS) verileri analiz etmişlerdir. Sade içme suyu olarak tüketilen suyun toplam alımın ortalama %31,4’ünü oluşturduğunu bulmuşlardır. Sade su dışındaki içecekler toplam su alımının %43,6’sını ve gıdalar %25’ini sağlamıştır. Diyetin gıda kısmındaki su içeriği geniş ölçüde değişebilir. Örneğin, 1977-1978 NFCS’ye katılan 20 ila 64 yaş arası her iki cinsiyetten denek için yiyeceklerden alınan ortalama su alımı 545 gram iken, 5. ve 99. persentil için ortalamalar sırasıyla 223 ve 1254’tür.

USDA’nın 1994-1996 Bireyler Tarafından Gıda Alımlarına İlişkin Sürekli Anket’inden (CSFII) elde edilen veriler, 20 ila 64 yaş arası kişilerin toplam sıvı alımının yaklaşık üçte birinin sade su olarak tüketildiğini göstermiştir. 1994-1996 CSFII ayrıca süt ve diğer içeceklerin ortalama tüketiminin tüm denekler için günde 1.115 gram olduğunu göstermiştir. Bunun %35’i kahve ve çay, %30’u gazlı içecekler, %17’si süt, %9’u alkol ve %9’u meyve suyu ve şekerliydi.

İdrar söktürücü etkisi olduğu iddia edilen içeceklerin hidrasyon durumunu koruma kabiliyetleri arasında fark olduğu algısı var. Bu, kafeinli içeceklerin akut olarak idrar çıkışını artırdığını gösteren çalışmalara dayanıyor gibi görünüyor. Ancak araştırmalar, kafeine karşı bir tolerans geliştiğini göstermektedir. Bu nedenle, kafein bağımlısı olmayanlar, kafeinli içecekler tükettikten sonra artan idrar atılımı veya değişen hidrasyon durumu göstergeleri yaşamazlar.

Kafeinle ilgili asılsız uyarılara ek olarak, sıvı gereksinimlerini karşılamada sade suyun olmazsa olmaz olduğu yönündeki asılsız iddialar da öne sürülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kamuoyunda, yiyecek ve içeceklerden gelen suyun sıvı ihtiyacını karşılayabileceği uzun zamandır tıbbi, askeri, beslenme ve fizyoloji metinlerinde yer almasına rağmen, sade içme suyunun diğer içeceklere göre daha “susuzluk giderici” olduğu algısı vardır.

Optimal Bir Alım Miktarı Var mı?

Mevcut bilgiler yetersiz ve yeterli sıvı alımını belirlememizi sağlasa da bilimsel bilgi tabanımız optimum sıvı alımının olup olmadığını belirleyemeyecek durumdadır. Bununla birlikte, optimum bir alım seviyesinin gerçekten var olabileceğini ve böyle bir miktarın mevcut önerilerden daha fazla olduğunu gösteren giderek büyüyen bir bilim dalı bulunmaktadır.

İçme suyu ve kanser insidansı arasındaki ilişkiye dair araştırma bir süredir çalışma alanıdır. Bu tür çalışmalar büyük oranda kanserin bir nedeni olarak içme suyundaki kimyasallara odaklanmıştır. Daha yakın zamanlarda, çalışmalar içecek hacmi ve bazı çalışmalarda da çeşitli hastalıkların insidansı ile ilişkili olarak tüketilen sıvıların belirli türlerine ilişkin ilişkiyi incelemiştir.

Sıvı-hastalık ilişkisini inceleyen çalışmalar, susuzluk, aşırı sıvı alımı, tüketilen sıvı hacmi ve içecek türleri gibi değişkenlerin çeşitli kombinasyonlarını ele almıştır. Bunlar belirli hastalıkların veya durumların yokluğu, varlığı veya tedavisi ile ilgilidir. Örneğin, susuzluk idrar yolu enfeksiyonları, diş hastalıkları, bronko-pulmoner bozukluklar, kabızlık, böbrek taşı ve bozuk bilişsel işlev riskindeki artışlarla ilişkilendirilmiştir. Yüksek sıvı alımı ile çeşitli hastalıkların riskindeki azalma arasında ilişki gösterilmiştir. Bunlara idrar yolu taşları, kolon ve idrar yolu kanseri ve mitral kapak prolapsusu dahildir. Sıvı alımı ve belirli hastalıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen bazı çalışmalar tüketilen içecek türleri ile korelasyon bulurken, bazıları ise bulmadı. Örneğin bir çalışma su alımı ile ölümcül koroner kalp hastalığı riski arasında ters bir korelasyon, su dışındaki diğer sıvıların alımı ile risk arasında ise olumlu bir korelasyon buldu. Ancak yazarların da belirttiği gibi, potansiyel karıştırıcı değişkenlerin dikkate alınması gerekiyor. Belki de su içenler daha fazla sağlık bilincine sahipti. Ayrıca, çalışmaya katılan kişilerin süt alımı, Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun ortalamasından daha yüksekti ve tüketilen sütün türü bildirilmedi. Belki de su içenler toplam günlük yağ tüketimlerini daha az tutuyordu. Çoğu epidemiyolojik araştırmada olduğu gibi, bilinen ve bilinmeyen karıştırıcı değişkenler kesin neden-sonuç sonuçları çıkarmayı imkansız hale getiriyor.

Florürlü içme suyunun diş çürümesini önlediği iyi bir şekilde belgelenmiştir. 499 Avustralyalı askerin üzerinde yapılan kesitsel bir çalışmanın sonuçları, genç yetişkinliğe kadar hayat boyu florürlü içme suyuna maruz kalmanın yararları olduğunu gösteren doz-tepki ilişkisini göstermiştir.

Sıvı-hastalık ilişkisine dair mevcut bilginin kesin olmaktan uzak olduğu halde, geçerli veriler daha fazla çalışmanın gerekli olduğunu göstermektedir. Sıvı alımıyla ilgili önerileri ayırt etmeye çalışırken dikkate alınması gereken bir konu, hidrasyonu sağlamak için gereken sıvı miktarını belirlemektir; bir diğer konusu da belirli hastalıkların veya bozuklukların tedavisi veya riskini azaltmak için gereken sıvı alımını belirlemektir.

Tavsiyelerin/Kılavuzların Oluşturulması

Toplulukların su gereksinimlerini mümkün olduğunca kesin olarak tahmin etmek, halk sağlığı için önemlidir. Gereksinimleri etkileyen çok sayıda faktör ve bu faktörlerin her birinde gözlemlenen farklılıklar nedeniyle bunu yapmak çok zor bir iştir. Bu uyarıları dikkate alarak, Dünya Sağlık Örgütü, “Evsel Su Miktarı, Hizmet Seviyesi ve Sağlık” raporunda 19 gereksinim tahmininde bulunmuştur.

Ortalama koşullar altında, 70 kg’lık yetişkin bir erkek ve 58 kg’lık yetişkin bir kadın üzerinden, yetişkin kadınların günlük 2.2 litreye, erkeklerin ise 2.5 litreye ihtiyacı olduğu tahmin edilmiştir. Yüksek sıcaklıklarda yapılan elle yapılan işler, hem erkek hem de kadınlar için gereksinimi 4.5 litreye çıkarmıştır. Çocuklar için öneriler, 10 kg’lık bir çocuk için günde 1 litre ve 5 kg’lık bir çocuk için 0.75 litre kullanılarak hesaplanmıştır. Bunun sonucu, ortalama koşullar altında günlük 1.0 litre ve yüksek sıcaklıklarda yapılan elle yapılan iş için 4.5 litre olarak ortaya çıkmıştır.

Tablo 6, DSÖ’nün yetişkinler için yaptığı gereksinimleri (19) ve ayrıca bu makalede incelenen çok sayıda çalışmadan yapılan tahminleri göstermektedir. Çalışmalar, düşük sıvı alımının bazı kronik hastalıklarla ilişkili olduğunu göstermiş olsa da, şu anda çeşitli hastalıkları önlemek için ihtiyaç duyulan belirli miktarları tanımlamak için yeterli kanıt bulunmamaktadır.

Nüfuslar, insan grupları ve hatta bireyler için su gereksinimlerinin daha hassas bir şekilde tahmin edilebileceği artımlı bir formül, ılıman ortamlarda hareketsiz koşullar altında gereklilikleri ve yükseklik, ısı, nem, aktivite seviyesi, giysi ve diğer faktörler için ayarlamaları dikkate almalıdır. Böyle bir formül şu anda mevcut olmasa da, böyle bir formülün geliştirilmesi, gereksinimleri daha yakından tahmin edebileceğimiz bir nokta sağlayabilir.

Geleceğe Yönelik Zorluklar

Altmış yıldır, akışkan ve elektrolit araştırmalarının arkasındaki itici güç, tıbbi bakım, hayatta kalma ve en iyi fiziksel performans olmuştur. Deneysel ve klinik araştırmalar ve saha çalışmaları askeri personel, sporcular ve hastaneye yatırılan hastalar üzerinde yürütülmüştür. Ancak, birçok nüfusun çoğunluğunu oluşturan “ortalama” bireylerle daha ilgili eksiksiz veriler bulunmamaktadır. Ek olarak, su gereksinimlerinin ötesine geçen ve optimal sıvı alımı ile hastalık önleme arasındaki ilişkiyi inceleyen, gereksinimleri bulunabilirlikle dengeleyen ve suyu eşlik edebilecek besin maddelerini ve diğer bileşikleri (hem faydalı hem de zararlı) inceleyen araştırmalar ortaya çıkmaktadır. Sıvıların susuzluğu ve performanstaki azalmaları önlemedeki rolünün ötesine geçmek ve sıvıların (ve mineral bileşenlerinin) daha uzun, daha sağlıklı ve daha üretken bir hayata olan katkısını belirlemeye doğru ilerlemek uygundur.

Mevcut ve geleceğin zorluğu, çeşitli yaşlar için sıvı önerileri, hastalıklar ile tüketilen sıvının miktarı ve türü arasındaki ilişkiler, suya özgü veya içinde oluşan besin maddelerinin sağlığı geliştirici özellikleri, optimal alım seviyeleri ve tüketim kalıpları gibi konularda araştırmalara devam etmektir. Ek olarak, bireylerin ve/veya toplumların ihtiyaç duyduğu su miktarını daha kesin bir şekilde belirleyebilecek yönergeler veya formüller faydalı olacaktır.

Demineralize Su İçmenin Sağlığa Olan Riskleri

Suyun bileşimi, yerel jeolojik koşullara bağlı olarak büyük ölçüde farklılık göstermektedir. Yer altı veya yüzey suyu, doğal olarak az miktarda gazlar, mineraller ve organik maddeler içerir; bu sebeple kimyasal olarak saf H₂O değildir. İyi kalitede tatlı su olarak kabul edilen sular, çözünmüş maddeler açısından yüzlerce mg/L’ye kadar konsantrasyonlara ulaşabilir. 19. yüzyıldan bu yana, epidemiyoloji, mikrobiyoloji ve kimya alanındaki ilerlemeler sayesinde sayısız su yoluyla bulaşan hastalık etkeni tanımlanmıştır. Suyun istenmeyen bazı bileşenler içerebileceği bilgisi, içme suyu kalitesine yönelik yönergelerin ve düzenlemelerin belirlenmesinin temelini oluşturmuştur. Uluslararası düzeyde ve birçok ülkede içme suyundaki maksimum kabul edilebilir inorganik ve organik madde ile mikroorganizma konsantrasyonları belirlenmiştir. Ancak, tamamen minerali alınmış suyun potansiyel etkileri genellikle göz ardı edilmiştir çünkü bu tür su, özel olarak yağmur suyu ve doğal olarak oluşan buz dışında, doğada bulunmaz.

Yağmur suyu ve buz, sanayileşmiş ülkelerde topluluk içme suyu kaynakları olarak kullanılmamakla birlikte, bazı bölgelerde bireysel olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, birçok doğal su, mineral açısından düşük veya yumuşak olup, sert sular genellikle yapay olarak yumuşatılır. Minerallerin ve diğer yararlı bileşenlerin önemi, binlerce yıl boyunca bilinmiş ve antik Hindistan’ın Vedalarında dahi bahsedilmiştir. Rig Veda, iyi içme suyunun “Sheetham (dokunulduğunda soğuk), Sushihi (temiz), Sivam (besin değeri, gerekli mineraller ve eser elementlere sahip), Istham (şeffaf), Vimalam lahu Shadgunam (asit-baz dengesi normal sınırlar içinde)” gibi özellikleri tanımlar. Son birkaç on yılda, suyun biyolojik değeri konusunda artan bir farkındalık gözlemlenmiştir.

Yapay olarak üretilen demineralize sular, esas olarak endüstriyel, teknik ve laboratuvar amaçları için kullanılmıştır. 1960’larda, sınırlı içme suyu kaynakları ve artan su talebi nedeniyle, içme suyu arıtımında damıtma, deiyonizasyon ve ters osmoz gibi teknolojiler daha yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Demineralize su, çözünmüş minerallerden yoksun su olarak tanımlanır ve toplam çözünmüş katı maddeler (TDS) düşük olabilir. Ancak, demineralize suyun tüketimi, suyun saldırgan doğası, kötü tadı ve insan sağlığı üzerindeki olası olumlu ve olumsuz etkileri nedeniyle endişelere yol açmıştır.

Araştırmacılar, demineralize suyun olası olumsuz sağlık etkilerini ve içme suyunda ilgili maddelerin (örneğin, mineraller) minimum ve optimum içeriklerini belirlemeye odaklanmışlardır. Geleneksel düzenleyici yaklaşımlar, artık belirli bileşenlerin eksikliğinden kaynaklanan olası olumsuz etkileri de hesaba katmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), tuz giderilmiş içme suyunun istenen veya optimum mineral bileşimini değerlendirmek üzere çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalar, demineralize suyun, belirli minimum mineral seviyelerini içermesi gerektiğini önermektedir.

Son üç on yılda, tuz giderme teknikleri, yeni tatlı su kaynakları sağlamada yaygın olarak kullanılan bir yöntem haline gelmiştir. Tuz giderilmiş sular, genellikle tatlarını iyileştirmek ve dağıtım şebekesine olan saldırganlıklarını azaltmak için daha fazla işlenir. Ancak, demineralize suyun uzun süreli tüketiminin olası olumsuz sağlık etkileri, yalnızca yeterli tatlı su bulunmayan ülkelerde değil, aynı zamanda evsel su arıtma sistemlerinin ve bazı şişelenmiş su türlerinin yaygın olarak kullanıldığı ülkelerde de ilgi çekmektedir. Bu durum, maruziyetlerin ve risklerin, topluluk düzeyinin yanı sıra birey veya aile düzeyinde de dikkate alınması gerektiğini göstermektedir.

Demineralize veya Düşük Mineral İçerikli Su Tüketiminin Sağlık Üzerine Etkileri: Bir Değerlendirme

Demineralize suyun tüketimi ve bu tür suların insan sağlığı üzerindeki potansiyel etkileri, deneysel ve gözlemsel çalışmalarla incelenmiştir. Bu çalışmalar, laboratuvar hayvanları ve gönüllü insanlar üzerinde yapılan deneyler ile demineralize suyun, özellikle ters osmoz ile arındırılmış veya damıtılmış su kullanılarak hazırlanan içeceklerin bebeklere verilmesi sonucunda elde edilen gözlemsel verilere dayanmaktadır. Ancak, bu çalışmalardan elde edilen bilgiler sınırlıdır. Bu nedenle, düşük mineral içerikli (yumuşak) sular ve daha yüksek mineral içeriğine sahip suların kullanıldığı popülasyonlar arasındaki sağlık etkilerini karşılaştıran epidemiyolojik çalışmaların sonuçları da göz önünde bulundurulmalıdır. Demineralize su, özellikle kalsiyum ve magnezyum gibi çözünmüş mineralleri yalnızca az miktarda içerdiğinden, yüksek derecede demineralize edilmiş suyun en belirgin örneği olarak ele alınır.

Demineralize veya düşük mineral içerikli su tüketiminin insan sağlığı üzerindeki olası olumsuz etkileri aşağıdaki başlıklar altında incelenmiştir:

  1. Doğrudan Etkiler: Bağırsak mukozası, metabolizma ve mineral dengesi gibi vücut fonksiyonları üzerindeki potansiyel etkiler.
  2. Kalsiyum ve Magnezyum Alımının Azalması: Düşük mineral içerikli suyun tüketilmesi, bu önemli minerallerin alımında azalmaya veya tamamen eksikliğe yol açabilir.
  3. Diğer Esansiyel Elementlerin ve Mikro Elementlerin Alımındaki Azalma: Demineralize su, vücut için gerekli diğer element ve mikro elementleri de yeterli miktarda içermeyebilir.
  4. Yiyeceklerdeki Mineral Kaybı: Demineralize su kullanılarak hazırlanan yiyeceklerde kalsiyum, magnezyum ve diğer önemli elementlerin kaybı.
  5. Toksik Metallerin Alımında Artış: Düşük mineral içerikli suyun kullanımı, yiyecekler aracılığıyla toksik metallerin alımının artmasına neden olabilir.

Bu değerlendirmeler, demineralize suyun tüketimi ve sağlık üzerine etkilerine dair genel bir bakış sunmakta ve bu konuda yapılan çalışmaların sonuçlarını özetlemektedir. Sağlık üzerine olası olumsuz etkilerin yanı sıra, demineralize suyun kullanımının uzun vadeli sağlık sonuçları üzerine daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu çalışmalar, suyun mineral içeriğinin insan sağlığı üzerindeki etkilerini daha iyi anlamak ve uygun tüketim standartları belirlemek için kritik öneme sahiptir.

Düşük Mineral İçerikli Su Tüketiminin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri: Bir İnceleme

Düşük mineral içerikli suyun (Toplam Çözünmüş Katı Maddeler (TDS) < 50 mg/L) tüketiminin, insan sağlığı üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri, çeşitli araştırmalar ve deneylerle incelenmiştir. Bu suyun tüketimi, zaman içerisinde tüketicilerin adapte olabileceği negatif lezzet özelliklerine sahip olabilir ve daha az susuzluk giderici olarak kabul edilir. Bu organoleptik özellikler, düşük mineral içerikli suyun insan tüketimine uygunluğunu değerlendirirken dikkate alınmalıdır, çünkü bu durum tüketilen su miktarını etkileyebilir ve insanların alternatif su kaynaklarına yönelmesine neden olabilir.

Williams’ın yaptığı bir çalışmada, damıtılmış suyun sıçanların bağırsak epitel hücrelerinde ozmotik şok nedeniyle anormal değişikliklere yol açtığı bildirilmiştir. Ancak, Schumann ve arkadaşlarının yaptığı daha yakın zamandaki bir çalışmada, 14 günlük bir deney sonucunda sıçanların özofagus, mide ve ince bağırsaklarında herhangi bir aşınma, ülserasyon veya iltihaplanma belirtisi bulunamamıştır. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yaptığı çalışmalarda, hayvanlarda gastrik suyunun salgılanması ve asitliğinin artması gibi değişmiş sekresyon fonksiyonları ve değişmiş mide kas tonusu gözlemlenmiştir, ancak mevcut veriler düşük mineral oranına sahip suyun gastrointestinal mukoza üzerinde doğrudan olumsuz bir etkisi olduğunu net bir şekilde göstermemektedir.

Düşük mineral içerikli suyun tüketilmesinin vücutta mineral ve su metabolizmasını etkileyebileceği ve homeostaz mekanizmaları üzerinde olumsuz etkilere sahip olduğu belgelenmiştir. İdrar çıkışında ve ana intra ve ekstra hücresel iyonların atılımında artış, vücut su seviyelerinde değişiklikler ve bazı vücut suyu yönetimine bağlı hormonların fonksiyonel aktivitesinde değişiklikler, düşük mineral içerikli suyun olası sağlık etkileri arasında sayılmaktadır. Ayrıca, damıtılmış suyun uzun süreli tüketiminin, su tüketimi, diürez, ekstra hücresel sıvı hacmi ve serum sodyum ve klorür iyon konsantrasyonlarında artışa yol açtığı gözlemlenmiştir.

İnsanlar üzerinde yapılan deneyler, hayvan deneyleriyle uyumlu sonuçlar göstermiş ve düşük TDS içeriğine sahip suyun su ve mineral homeostazı üzerindeki etkilerini ortaya koymuştur. Düşük mineralli su, diürezi, vücut su hacmini ve serum sodyum konsantrasyonlarını artırırken, serum potasyum konsantrasyonunu azaltmış ve vücuttan sodyum, potasyum, klorür, kalsiyum ve magnezyum iyonlarının atılımını artırmıştır. Bu etkilerin gastrointestinal sistemin osmoreseptörleri üzerinde olduğu ve sodyum iyon akışının artmasına yol açtığı düşünülmektedir.

Almanya Beslenme Derneği, damıtılmış suyun etkileri hakkında kamuoyunu uyararak, damıtılmış suyun içilmesinin vücut suyunda çözünen elektrolitlerin seyrelmesine ve hayati organların fonksiyonunu tehlikeye atabilecek yetersiz vücut suyu yeniden dağılımına neden olabileceğini belirtmiştir. Ayrıca, yoğun fiziksel çaba sonrası büyük miktarlarda düşük mineralli su tüketilmesi, hiponatremi şoku veya deliryum gibi şiddetli akut hasarlara yol açabilir.

Sonuç olarak, düşük mineral içerikli suyun tüketiminin, özellikle uzun vadede, insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olabileceği ve bu tür suyun tüketilmeden önce dikkatle değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu bulgular, suyun mineral içeriğinin sağlık üzerindeki önemini vurgulamakta ve su tüketimi ile ilgili kararların bilinçli bir şekilde alınması gerektiğini göstermektedir.

Düşük Mineralli Suların Kalsiyum ve Magnezyum Alımı Üzerine Etkileri: Sağlık Perspektifleri

Düşük mineralli suların tüketimi, kalsiyum ve magnezyum gibi temel besin öğelerinin alımında önemli düşüşlere yol açabilir. Kalsiyum, kemik ve diş sağlığının yanı sıra sinir-kas koordinasyonu, kalp fonksiyonları ve kan pıhtılaşması gibi hayati süreçler için zorunludur. Magnezyum ise enerji üretimi, hücre içi iletişim, kas ve sinir fonksiyonları ile protein ve DNA sentezinde kritik roller üstlenir. Her iki mineral de 300’den fazla enzimatik reaksiyonun kofaktörü olarak işlev görür ve bu, onların vücutta geniş bir etki alanına sahip olduklarını gösterir.

İçme suyu, kalsiyum ve magnezyum alımı için ana kaynak olmasa da, bu minerallerin ek alımı, özellikle yetersiz beslenme durumlarında, günlük toplam alımın önemli bir bölümünü oluşturabilir. Özellikle sanayileşmiş ülkelerde, beslenme yetersizliklerine rağmen, içme suyundan alınan kalsiyum ve magnezyum eksikliğinin telafi edilmesi zor olabilmektedir.

Yaklaşık yarım yüzyıldır yapılan epidemiyolojik çalışmalar, düşük kalsiyum ve magnezyum oranına sahip yumuşak suların, daha yüksek mineralli sulara kıyasla kalp-damar hastalıkları kaynaklı ölüm ve morbidite oranlarını artırdığını göstermiştir. Bu bulgular, çeşitli inceleme makalelerinde ve monografilerde detaylandırılmıştır. Yumuşak su tüketiminin, çocuklarda kırık riski, nörodejeneratif hastalıklar, erken doğum ve düşük doğum ağırlığı gibi sağlık sorunlarıyla ilişkilendirilmesi, kalsiyum ve magnezyumun önemini daha da vurgulamaktadır. Ayrıca, magnezyum eksikliği ile ilişkilendirilen motor nöron hastalığı, pre-eklampsi ve bazı kanser türleri gibi durumlar da dikkate değerdir.

Sovyetler Birliği’ndeki Shevchenko şehrinde yapılan özel çalışmalar, düşük kalsiyum içerikli su tüketiminin kalsiyum metabolizması üzerindeki etkilerini ortaya koymuştur. Bu çalışmalar, plazma kalsiyum ve fosfor konsantrasyonlarında azalma ve kemik dokusunda değişiklikler gibi önemli bulgular sağlamıştır. Ayrıca, kalsiyumun önemi, sıçanlar üzerinde yapılan bir yıllık araştırmada, farklı kalsiyum konsantrasyonlarına sahip suyun etkilerini inceleyerek doğrulanmıştır. Düşük kalsiyum içerikli su tüketimi, tiroid fonksiyonları üzerinde olumsuz etkilere yol açmıştır.

Kalsiyum ve magnezyumun kardiyovasküler sistem üzerindeki olumlu etkileri, kısa süreli maruziyetlerle bile gözlemlenebilir. Çek ve Slovak nüfusunda, ters osmoz sistemleri kullanılarak arıtılan içme suları nedeniyle ortaya çıkan akut magnezyum ve muhtemelen kalsiyum eksikliği vakaları, bu minerallerin önemini daha da belirginleştirir. Şikayetler arasında kardiyovasküler bozukluklar, yorgunluk, halsizlik ve kas krampları yer alır. Bu durumlar, Alman Beslenme Cemiyeti’nin uyarılarında listelenen semptomlarla örtüşmektedir.

Bu bulgular, düşük mineralli içme suyunun tüketiminin, özellikle kalsiyum ve magnezyum gibi kritik minerallerin yetersiz alımına yol açabileceğini ve bu durumun çeşitli sağlık sorunlarına katkıda bulunabileceğini göstermektedir. Bu nedenle, içme suyu kaynaklarının mineral içeriği konusunda bilinçli olmak ve yeterli beslenme sağlamak için gerekli önlemlerin alınması önemlidir.

Düşük Mineralli Suların Temel Element ve Mikro Element Alımı Üzerindeki Etkileri ve Sağlık Sonuçları

Düşük mineralli içme sularının tüketimi, temel element ve mikro elementlerin alımı üzerinde önemli etkilere sahip olabilir. Çoğu insan için içme suyu, esaslı elementlerin ana kaynağı olmasa da, modern diyetlerin mineral ve eser elementler açısından yetersiz olabileceği durumlarda, içme suyundan alınan bu elementlerin ek alımı koruyucu bir rol oynayabilir. Özellikle, elementlerin suda serbest iyonlar olarak bulunması, onların yiyeceklerde bulunanlara kıyasla daha kolay emilmesini sağlar, bu da içme suyunun belirli elementlerin eksikliği durumunda önemli bir tamamlayıcı kaynak olabileceğini gösterir.

Hayvan çalışmaları, suda bulunan bazı elementlerin miktarının önemini göstermiştir. Örneğin, mikro element alımındaki değişikliklerin kas dokusundaki içeriklerde belirgin farklılıklarla ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışmalar, demineralize suyun takviye edilmemiş formunun, kan oluşumu süreci üzerinde olumsuz etkilere sahip olabileceğini göstermiştir. Özellikle, takviye edilmemiş demineralize su tüketen hayvanlarda, şebeke suyu tüketenlere göre daha düşük ortalama hemoglobin içeriği gözlemlenmiştir.

Rusya’da yapılan epidemiyolojik çalışmalar, düşük mineralli içme suyunun çeşitli sağlık sorunları için bir risk faktörü olabileceğini düşündürmektedir. Bu sorunlar arasında hipertansiyon, koroner kalp hastalığı, mide ve duodenum ülseri, kronik gastrit, guatr, gebelik komplikasyonları, yenidoğanlarda ve bebeklerde sarılık, anemi, kırıklar ve büyüme bozuklukları bulunmaktadır. Bu etkilerin, düşük kalsiyum ve magnezyum içeriği veya diğer faktörlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tam olarak belirlenememiştir.

Rusya’nın Ust-Ilim bölgesinde yürütülen geniş çaplı bir epidemiyolojik çalışma, mineraller açısından farklı su kaynaklarına sahip iki bölgedeki hastalık oranları ve fiziksel gelişim üzerine odaklanmıştır. Mineralleri düşük su ile beslenen bölgedeki popülasyon, guatr, hipertansiyon, iskemik kalp hastalığı, mide ve duodenum ülseri, kronik gastrit, kolesistit ve nefrit gibi hastalıkların daha yüksek oranlarını göstermiştir. Ayrıca, bu bölgede yaşayan çocuklar daha yavaş fiziksel gelişim ve daha fazla büyüme anormalliği, hamile kadınlarda ise ödem ve anemi daha sık görülmüştür. Bu bulgular, kalsiyum ve magnezyum düzeyleri ve toplam çözünmüş maddeler (TDS) açısından optimum olarak değerlendirilen suyun, fizyolojik olarak daha yararlı olabileceğini göstermektedir.

Bu çalışmaların sonuçları, düşük mineralli içme sularının, temel element ve mikro element alımı üzerindeki etkilerinin sağlık üzerinde önemli sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Bu nedenle, içme suyu kaynaklarının mineral içeriği, insan sağlığı üzerindeki potansiyel etkileri göz önünde bulundurularak dikkatle yönetilmelidir. Bu, özellikle mineral ve eser elementler açısından yetersiz diyetlerin yaygın olduğu bölgelerde önemlidir.

Düşük Mineralli Suda Hazırlanan Yemeklerin Besin Değerindeki Kayıplar

Yemek hazırlama sürecinde kullanılan düşük mineralli su, sebzeler, etler ve tahıllar gibi besinlerde bulunan esansiyel elementlerin önemli ölçüde kaybına neden olabilir. Bu kayıplar, magnezyum ve kalsiyum için %60’a varan oranlarda gerçekleşebilirken, bakır, manganez ve kobalt gibi bazı mikro elementler için daha da yüksek oranlarda (%66 bakır, %70 manganez, %86 kobalt) olabilir. Bu durum, besin değerlerinin korunması açısından, düşük mineralli suyun yemek pişirme işlemlerinde kullanılmasının potansiyel olumsuz etkilerini ortaya koymaktadır.

Aksine, sert su kullanılarak yapılan yemek pişirme işlemleri, bu elementlerin önemli ölçüde daha az kaybıyla sonuçlanmaktadır ve hatta bazı durumlarda, pişirme işlemi sonrası yiyeceklerde artan kalsiyum içeriği gözlemlenmiştir. Bu bulgular, suyun mineral içeriğinin, pişirme sırasında besinlerden esansiyel elementlerin kaybı üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.

Modern diyetlerin, özellikle işlenmiş ve rafine edilmiş gıdaların yüksek tüketimi nedeniyle, genellikle gerekli tüm elementleri yeterli miktarda sağlayamaması, düşük mineralli su kullanımının beslenme üzerindeki olumsuz etkilerini daha da kritik hale getirmektedir. Yemek hazırlama ve işleme sırasında esansiyel element ve besin elementlerinin kaybına yol açan herhangi bir faktör, zaten yeterli olmayan diyetler için ek bir risk oluşturabilir.

Bu nedenle, özellikle düşük mineral içeriğine sahip suyun kullanıldığı yemek pişirme işlemleri, besin elementlerinin kaybını en aza indirmek için dikkatli bir şekilde yönetilmelidir. Beslenme uzmanları ve sağlık profesyonelleri, suyun mineral içeriğinin yemeklerin besin değeri üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurarak, tüketicilere yönelik rehberlik ve önerilerde bulunabilir. Böylece, beslenme yetersizliklerinin önlenmesi ve genel sağlık durumunun iyileştirilmesi için gerekli adımlar atılabilir.

Düşük Mineralli Suda Toksik Metallerin Alımındaki Potansiyel Artış ve Sağlık Üzerine Etkileri

Düşük mineralli suyun kullanımı, toksik metallerin alımında artışa yol açabilecek iki temel mekanizma aracılığıyla sağlık risklerini artırabilir: birincisi, suyun temas ettiği malzemelerden metallerin sızması sonucunda içme suyundaki metal içeriğinin artması; ikincisi ise, kalsiyum ve magnezyum gibi esansiyel minerallerin düşük seviyelerinin suyun toksik metaller karşısında daha az koruyucu kapasiteye sahip olmasıdır.

Düşük mineralli su kararsızdır ve temas ettiği maddelerle reaksiyona girerek, borulardan, kaplamalardan, depolama tanklarından ve diğer su iletişim ekipmanlarından metallerin ve bazı organik maddelerin çözünmesine neden olabilir. Bu durum, özellikle toksik maddelerin emilimini azaltan kompleksler oluşturduğu bilinen kalsiyum ve magnezyum gibi minerallerin düşük olduğu durumlarda, suyun toksik maddeleri daha kolay çözmesine yol açabilir.

ABD’de gerçekleşen bir dizi kurşun zehirlenmesi vakası, düşük mineralli içme suyunun metallerin sızmasını yoğunlaştırdığına dair somut örnekler sunmaktadır. Bu vakalarda, bebeklerin kanlarındaki kurşun seviyeleri sağlık için kabul edilebilir sınırların çok üzerinde bulunmuş ve bu yüksek kurşun seviyeleri, içme suyu depolama tanklarındaki pirinçten ve kurşunlu dikişlerden sızan kurşunla ilişkilendirilmiştir. İlk çekilen su örneklerinde çok yüksek kurşun seviyeleri tespit edilmiş, bu durum düşük mineralli suyun kullanımının bu tür toksik madde sızıntılarını artırabileceğini göstermiştir.

Sudaki kalsiyum ve magnezyumun, kurşun ve kadmiyum gibi toksik elementlerin bağırsaktan emilimini engelleyebilecek antitoksik etkilere sahip olduğu bilinmektedir. Bu mineraller, zehirli elementlerin emilimini ya doğrudan reaksiyon yoluyla engelleyerek ya da emilim için rekabet ederek azaltabilirler. Ancak, bu koruyucu etki sınırlı olmasına rağmen, düşük mineralli su tüketen popülasyonların, ortalama mineralizasyon seviyesine sahip su tüketenlere kıyasla toksik maddelere maruz kalma riskinin daha yüksek olabileceği göz ardı edilmemelidir.

Bu bilgiler, düşük mineralli su kullanımının potansiyel sağlık risklerini ortaya koymakta ve suyun mineral içeriğinin, toksik metallerin emilimi ve bunların sağlık üzerindeki etkileri açısından önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, içme suyu kaynaklarının yönetimi ve suyun mineral içeriği konusunda bilinçli kararlar alınması, toksik metal maruziyetinin potansiyel sağlık risklerini azaltmada kritik öneme sahiptir.

Düşük Mineralli Suların Bakteriyel Kontaminasyon Riskleri

Düşük mineralli suyun, kaynakta herhangi bir dezenfektan kalıntısının olmaması veya arıtma sonrası boru sistemlerinde mikrobiyal yeniden büyüme sonucunda bakteriyel kontaminasyona eğilimli olduğu bilinmektedir. Yeniden büyüme, tuzdan arındırılmış su da dahil olmak üzere, çeşitli su tiplerinde meydana gelebilir. Boru sistemlerindeki bakteriyel yeniden büyümenin teşviki, yüksek başlangıç sıcaklıkları, sıcak iklimler nedeniyle suyun dağıtım sistemlerindeki yüksek sıcaklıklar, dezenfektan kalıntısının eksikliği ve suyun temas ettiği malzemelerden kaynaklanan besin maddelerinin varlığı gibi faktörlerle ilişkilendirilir.

Bozulmamış bir tuzdan arındırma zarının teorik olarak tüm bakterileri uzaklaştırması beklenirken, gerçekte bu her zaman %100 etkili olmayabilir. Örneğin, 1992’de Suudi Arabistan’da ters osmozla arıtılmış su kaynaklı bir tifo salgını, tuzdan arındırılmış suların da sızıntılar gibi sebeplerle tam koruma sağlayamayabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, tuzdan arındırılmış sular da dahil olmak üzere hemen hemen tüm sular, arıtıldıktan sonra dezenfekte edilir.

Farklı tipteki evsel su arıtma tesislerinde arıtılmış suda patojen olmayan bakteriyel yeniden büyümenin bildirildiği araştırmalar, düşük mineralli suların bu riskten muaf olmadığını göstermektedir. Özellikle, Çek Ulusal Halk Sağlığı Enstitüsü tarafından yapılan bir çalışma, ters osmoz ünitelerinin basınç tanklarının, özellikle arıtma işlemiyle kalıntı dezenfektanların uzaklaştırılmasından dolayı, bakteriyel yeniden büyümeye eğilimli olduğunu bulmuştur. Bu durum, suyun temas ettiği malzemelerin yüzeylerinin bakteriyel büyüme için uygun ortamlar oluşturabileceğini de ortaya koymaktadır.

Bu bulgular, düşük mineralli suların, özellikle de evsel arıtma sistemlerinde kullanıldığında, bakteriyel kontaminasyon risklerinin farkında olunması gerektiğini vurgulamaktadır. Su arıtma ve dezenfeksiyon yöntemlerinin etkinliği, suyun güvenli tüketimi için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle, su arıtma sistemlerinin düzenli bakımı ve kontrolleri, bakteriyel kontaminasyon risklerini minimize etmek ve halk sağlığını korumak için hayati önem taşır.Formun Üstü

Demineralize İçme Suyunun İstenilen Mineral İçeriği Üzerine Öneriler ve Düzenlemeler

Demineralize suyun aşındırıcı özelliği ve düşük Toplam Çözünmüş Katı Maddeler (TDS) içeriğine sahip suyun dağıtımı ve tüketimiyle ilgili potansiyel sağlık riskleri, içme suyunda belirlenmesi gereken minimum ve optimum mineral içeriğiyle ilgili önerilere yol açmıştır. Bu öneriler, içme suyunun duyusal özellikleri ve susuzluğu giderme kapasitesini de göz önünde bulundurur. Özellikle, 15-35°C sıcaklık aralığındaki suların insanların fizyolojik ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşıladığı gözlemlenmiştir. Su sıcaklığının 35°C’nin üzerine çıkması veya 15°C’nin altına düşmesi, su tüketiminde azalmaya neden olurken, 25-50 mg/L TDS içeriğine sahip su tatsız olarak tanımlanmıştır.

Önerilen Minimum ve Optimum TDS Değerleri

1980 yılında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından hazırlanan bir rapora göre, çok düşük TDS içeriğine sahip suyun içilmesi, vücuttaki tuzların atılmasına neden olabilir. TDS değerinin 50 ile 75 mg/L arasında olduğu sular da dahil olmak üzere, su-tuz dengesinde olumsuz değişikliklere yol açabileceğinden, içme suyundaki minimum TDS seviyesinin 100 mg/L olması önerilmiştir. Optimum TDS değerlerinin ise klorür-sülfat suları için yaklaşık 200-400 mg/L, bikarbonat suları içinse 250-500 mg/L olması tavsiye edilmiştir. Bu öneriler, Moskova şebeke suyu, yaklaşık 10 mg/L TDS içeren tuzdan arındırılmış su ve laboratuvarda hazırlanan çeşitli TDS konsantrasyonlarına sahip sular üzerinde yapılan kapsamlı deneysel çalışmalara dayanmaktadır.

Kalsiyum ve Diğer Mineral İçerikleri Üzerine Öneriler

Rapor, demineralize içme suyunda kalsiyum içeriğinin minimum 30 mg/L olması gerektiğini önermektedir. Bu seviye, kalsiyum ve fosfor metabolizmasındaki hormonal değişiklikler ve kemik dokusunun mineral doygunluğunun azalması gibi kritik sağlık endişelerine dayanır. Kalsiyum seviyesinin 30 mg/L’ye yükseltilmesi, demineralize suyun aşındırıcı aktivitesinin önemli ölçüde azalmasına ve suyun daha kararlı hale gelmesine yardımcı olacaktır.

Ayrıca, rapor kabul edilebilir organoleptik özellikler, daha az aşındırıcı etkiler ve önerilen minimum kalsiyum seviyesine ulaşmak için gereken bikarbonat iyon içeriği olarak 30 mg/L’yi önermektedir. Bu öneriler, suyun mineral dengesinin sağlık üzerindeki etkilerini anlamak ve içme suyu kalitesini iyileştirmek için kritik öneme sahiptir.

Bu bilgiler, içme suyu kalitesi için ilgili yasal veya teknik düzenlemelerin oluşturulmasında ve demineralize suyun güvenli ve sağlıklı tüketimi için gereken standartların belirlenmesinde önemli bir temel oluşturur.

Demineralize İçme Suyunun İdeal Mineral Seviyeleri: Güncel Araştırmalar ve Öneriler

Demineralize içme suyundaki ideal mineral seviyelerine ilişkin daha yeni araştırmalar, önceki öneriler ve düzenlemelere ek bilgiler sağlamıştır. Güney Sibirya’nın dört şehrinde yapılan iki kohort epidemiyolojik çalışma, içme suyunun farklı sertlik derecelerinin 20 ila 49 yaş arası kadınların sağlık durumu üzerindeki etkilerini inceledi. Bu çalışmalar, suyun kalsiyum ve magnezyum seviyelerinin kadınların sağlık durumları üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu göstermiştir. Şehir A’daki en düşük kalsiyum ve magnezyum seviyeleri (sırasıyla 3,0 mg/L ve 2,4 mg/L), Şehir B, C ve D’deki daha yüksek seviyelere (sırasıyla 18,0 mg/L ve 5,0 mg/L; 22,0 mg/L ve 11,3 mg/L; 45,0 mg/L ve 26,2 mg/L) kıyasla, kadınlarda daha sık kardiyovasküler değişiklikler, yüksek tansiyon, somatoform otonom disfonksiyonlar, baş ağrısı, baş dönmesi ve osteoporoz ile ilişkilendirilmiştir.

Bu sonuçlar, içme suyunun minimum magnezyum içeriğinin 10 mg/L ve minimum kalsiyum içeriğinin 1980 DSÖ raporunda önerildiği gibi 30 mg/L yerine 20 mg/L olması gerektiğini öne sürmektedir. Araştırmacılar, içme suyundaki aşağıdaki kalsiyum, magnezyum ve su sertliği seviyelerinin sağlık üzerinde minimal veya hiç olumsuz etki göstermediğini ve maksimum koruyucu veya faydalı etkilerin tahmini arzu edilen veya optimum konsantrasyonlarda ortaya çıktığını belirtmişlerdir:

  • Magnezyum için minimum 10 mg/L ve yaklaşık 20-30 mg/L optimum seviye.
  • Kalsiyum için minimum 20 mg/L ve yaklaşık 50 (40-80) mg/L optimum seviye.
  • Toplam su sertliği için, kalsiyum ve magnezyum toplamının 2 ila 4 mmol/L olması önerilir.

Bu öneriler, içme suyunun uzun süreli tüketimine dayanırken, sertliğin optimal aralığının üst sınırı, safra taşı, böbrek taşı, idrar taşı, artroz ve artropati riskinin arttığı 5 mmol/L’den yüksek sertlikteki suları tüketen popülasyonlardan elde edilen verilere dayanmaktadır. Bu bulgular, içme suyunun mineral kompozisyonunun, özellikle kalsiyum ve magnezyum seviyelerinin, insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olabileceğini ve bu nedenle, içme suyu kalitesi standartlarının belirlenmesinde dikkate alınması gerektiğini göstermektedir. Önerilen magnezyum ve kalsiyum seviyeleri, sırasıyla kardiyovasküler sistem etkileri ve kalsiyum metabolizması ile kemikleşmedeki değişikliklere dayanarak belirlenmiştir. Bu öneriler, içme suyu kalitesinin iyileştirilmesi ve halk sağlığının korunmasına yönelik politika ve uygulamaların geliştirilmesinde kritik bir rol oynayabilir.

İçme Suyu Kalitesi İçin Kalsiyum, Magnezyum ve Sertlik Seviyelerine İlişkin Yönergeler ve Talimatlar

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) İçme Suyu Kalitesi Rehberi’nin 2. baskısında, kalsiyum ve magnezyum gibi minerallerin sertlik açısından değerlendirilmesi yapılmıştır. Ancak, WHO kalsiyum, magnezyum veya suyun sertlik düzeyleri için ne minimum seviyeleri ne de maksimum sınırları önermemiştir. İlk Avrupa Direktifi, yumuşatılmış veya tuz giderilmiş su için belirli bir minimum sertlik düzeyi (kalsiyum veya eşdeğer katyonlar olarak ≥ 60 mg/L) talep etmiş, bu gereklilik tüm Avrupa Ekonomik Topluluğu (EEC) üyelerinin ulusal mevzuatında zorunlu olarak yer almıştır. Ancak, 2003 yılında yürürlüğe giren yeni bir direktifle bu gereklilik sona ermiştir. Yeni Direktif, kalsiyum, magnezyum veya su sertliği seviyeleri için herhangi bir zorunluluk içermemekle birlikte, üye devletlerin bu tür gereksinimleri kendi ulusal mevzuatlarında uygulamalarını engellemez.

Bazı Avrupa Birliği (AB) üye devletleri kalsiyum, magnezyum veya su sertliğini ulusal düzenlemelerine bağlayıcı bir gereksinim olarak dahil etmiş, bazıları ise bu parametreleri daha düşük seviyelerde bağlayıcı olmayan düzenlemeler olarak teknik standartlar gibi dahil etmiştir. Mayıs 2004’te AB’nin parçası olan dört Orta Avrupa ülkesi, ilgili düzenlemelerinde kalsiyum ve magnezyum için farklı gereksinimleri dahil etmiştir, ancak bunların bağlayıcılık gücü farklılık göstermektedir:

  • Çek Cumhuriyeti, yumuşatılmış su için ≥ 30 mg/L kalsiyum ve ≥ 10 mg/L magnezyum; 40-80 mg/L kalsiyum ve 20-30 mg/L magnezyum (Σ Ca + Mg = 2.0 – 3.5 mmol/L olarak sertlik) rehber düzeyleri sunmuştur.
  • Macaristan, sertlik için 50 – 350 mg/L (CaO olarak) aralığını belirlemiş ve 50 mg/L’lik minimum gerekli konsantrasyonun şişelenmiş içme suyu, yeni su kaynakları ve yumuşatılmış ve tuz giderilmiş suda karşılanması gerektiğini önermiştir.
  • Polonya, sertlik için 60-500 mg/L (CaCO3 olarak) aralığını belirlemiştir.
  • Slovakya, rehber düzeyleri olarak > 30 mg/L kalsiyum ve 10 – 30 mg/L magnezyum önermiştir.

Ayrıca, Rus teknik standardı, uzay gemilerinde içmek için geri dönüştürülmüş suyun kalitatif gereksinimlerini tanımlamaktadır. Bu gereksinimler arasında TDS’nin 100 ila 1000 mg/L aralığında olması ve florür, kalsiyum ve magnezyum için minimum seviyelerin her bir uzay uçuşu için ayrı ayrı belirlenmesi yer alır. Bu, geri dönüştürülmüş suyun “fizyolojik olarak değerli” hale getirilmesi için mineral konsantresi ile nasıl tamamlanacağına dair bir odak noktası sunar.

Bu yönergeler ve talimatlar, içme suyunun kalitesi üzerine ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitlilik gösteren yaklaşımları yansıtmaktadır. Bu çeşitlilik, farklı coğrafi ve kültürel koşullara yanıt olarak belirli sağlık ve güvenlik standartlarını karşılamak için farklı stratejilerin benimsendiğini göstermektedir.

Sonuç: Demineralize İçme Suyunun Sağlık Üzerine Etkileri ve Yönergelerin Önemi

İçme suyunun, sağlık üzerinde koruyucu ve faydalı etkileri olabilmesi için belirli temel mineralleri ve diğer bileşenleri minimum seviyelerde içermesi gerekmektedir. Son yıllarda içme suyu üzerine yapılan araştırmaların çoğu, kirleticilerin toksikolojik özelliklerine odaklanmış olsa da, bazı çalışmalar içme suyundaki temel elementlerin ve toplam çözünmüş maddelerin (TDS) minimum içeriğini tanımlama çabasında bulunmuştur. Bu çalışmalar, içme suyu yönetmeliklerine belirli maddeler için gereklilikler veya yönergeler eklenmesine yol açmıştır.

Demineralize suyun yeniden mineralleştirilmesi, sağlık açısından önemli minerallerin suya geri eklenmesi sürecidir. Ancak, evde yapılan su arıtmaları genellikle bu gereksinimi karşılamamaktadır. Hatta bazı durumlarda, suyun son bileşimi hâlâ sağlık açısından yeterli olmayabilir. Magnezyum, florür, potasyum gibi mikro elementler eksik kalabilir ve kalsiyumun eklenmesi, daha çok teknik nedenlerle sınırlı kalabilir. Mevcut yeniden mineralleştirme yöntemleri, optimum sağlık faydalarını sağlayacak şekilde suyun tüm gerekli bileşenlerini içermemektedir.

Demineralize veya düşük mineral içeriğine sahip suyun tüketimi, temel minerallerin eksikliği nedeniyle ideal olarak kabul edilmez. Eski çalışmaların bulguları, düşük mineralli veya arıtılmış suyun sağlık riskleri üzerindeki olumsuz etkilerini göstermiş ve bu sonuçlar, daha sonraki araştırmalar tarafından da desteklenmiştir. Özellikle magnezyum ve kalsiyum gibi minerallerin eksikliği, çeşitli sağlık sorunlarıyla ilişkilendirilmiştir.

Magnezyum eksikliği, kardiyovasküler hastalıklar ve ani ölüm riski ile ilişkilendirilirken, kalsiyum eksikliği çocuklarda kırık riskini artırabilir ve belirli nörodejeneratif hastalıklar, erken doğum ve düşük doğum ağırlığı ile bazı kanser türleriyle ilişkili olabilir. Ayrıca, içme suyundaki kalsiyumun kalp ve damar hastalıklarının gelişimindeki potansiyel etkisi de göz ardı edilemez.

Bu nedenle, içme suyu kalitesinden sorumlu uluslararası ve ulusal otoritelerin, demineralize su arıtma işlemi için kalsiyum, magnezyum ve TDS gibi ilgili elementlerin minimum içeriğini belirten yönergeleri değerlendirmesi ve bu yönergelerin evde arıtım cihazları ve şişe sularının kullanımlarına da uygulanmasını sağlaması önem taşımaktadır. Sağlık yararlarını maksimize etmek amacıyla, bu alanda ek araştırmalar teşvik edilmeli ve ilgili yönergeler, güncel bilimsel verilere dayanarak oluşturulmalıdır.

Kaynaklar Metin PDF’i İngilizce

Nutrients in drinking-water (who.int)

Benzer Yazılar

Yorum yap

Yorum yapabilmek için giriş yapmanız gerekiyor.