Türkiye’de ambalajlı su sektörü çıkışını büyükşehirlerde 1990’larda su altyapısında ve hizmetlerinde yaşanan krizlerle (suda kesintiler ve düşük kalite) birlikte yapmıştır. Bu krizlerin arka planında hızla kentleşen Türkiye’de belediyelerin şehir su altyapılarının yenilenmesi ve kapasitelerinin genişletilmesi için gereken mali kaynaktan yoksun olması yatıyordu. Zira 1980’lerden itibaren Dünya Bankası ve IMF gibi küresel finansman kuruluşlarından aldığı kredilerin şartları gereği Türkiye, kamunun yetki ve hizmet alanlarını neoliberal politikalar doğrultusunda çeşitli uyum reformları ve yasal düzenlemelerle daraltmaya başlamıştı.
Örneğin 1980’lere kadar içme suyu ve kanalizasyon hizmetleri, İller Bankası yönetiminde kamu kredilerine dayalı yatırım ve finansman modeliyle yürütülüyordu. İller Bankası’nın kuruluş amaçları arasında belediyelere su ve kanalizasyon işleri ve altyapı projeleri konusunda gereken mali desteği kredi açarak vermek olduğu kadar, onlara bu projelerde teknik danışmanlık yapmak da vardı.
Ancak 1980’lerden itibaren bu durum değişmeye başladı. Bankanın hareket alanı daraltıldı. Bu kurum, adeta belediyelerin kentsel altyapıları için gereken mali krediyi veren küresel finansman kuruluşlarının ülke ölçeğindeki şubesi gibi işlemeye başladı. Böylece kurum, su hizmetlerinin ve altyapılarının iyileştirilmesine yönelik çözümler üretmek yerine, bunların özel sektöre devirlerinin hızlandırılmasında işlev görmeye başladı. Başka bir deyişle, belediyeler su yönetiminde yalnız bırakıldı.
Kamusal hizmet alanlarına dayatılan neoliberal politikalar 1990’lardaki su kriziyle birleşince, toplumun su hizmetlerinin kamu eliyle yönetimine olan güveni büyük ölçüde sarsılmıştır. Bu sarsılmadan kârlı çıkan irili ufaklı özel su istasyonları olmuştur. Çoğu küçük ölçekte çalışan bu istasyonlar su kriziyle birlikte tüm ülkeye hızla yayılmıştır. Kısa süre içinde halk sağlığını tehdit eden ve denetime tabi olmayan pek çok yeni su istasyonu ortaya çıkarak ambalajlı su pazarını oluşturmuştur.
Dönemin Sağlık Bakanlığı, bu küçük ölçekli su istasyonlarına geçici izinler vererek bir nebze denetim sağlamaya çalışsa da fazla başarılı olamamıştır. 18 Ekim 1997 tarihli yeni bir yönetmelikle bu su istasyonlarının bir bölümü kapatılarak, sadece 19 litrelik polikarbonat damacana ambalajına izin verilmiştir. Böylece plastik damacanalar kent yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Bunun anlamı şuydu: kamu kurumları suyun kalitesini düşüren ve su hizmetlerinin aksamasına neden olan altyapı sorunlarını çözerek musluktan temiz ve içilebilir su sağlamanın yollarını aramaktan vazgeçmişti. Başka bir ifadeyle artık musluktan içme suyu akmayacak; içme suyu ambalajlı su şirketleri tarafından karşılanacak; musluktan akan su ise sadece temizlik amaçlı kullanılacaktı. Artık şebeke suyu ile içme suyunun yolları ayrılıyordu. Kısa süre içerisinde bu ayrılık derinleşerek kemikleşecekti. Ambalajlı su kent kültürün bir parçası haline gelerek, fiziksel olduğu kadar sosyal bir olgu halini de alacaktı.
Bu gelişmelerin bir başka sonucu ise vatandaşın bütçesinde temizlik amaçlı su kullanımına ayrı, içme suyuna ayrı bir kalem açılmış olmasıydı. Üstelik çoğu durumda ambalajlı su şebeke suyuyla aynı kaynaklardan gelmesine rağmen musluk suyundan yüzlerce kat daha pahalıydı53. Böylece vatandaşın suya ayırdığı bütçe toplamda büyümüş, dolayısıyla suyun toplamdaki fiyatı artmıştı. Bu da en temel yaşam hakkının parçası olan suya erişimde yoksulların aleyhinde kısıtlamalar doğuruyordu.
Günümüzde bazen bu kısıtlamalar engele bile dönüşmektedir. Örneğin Manisa’nın Barbaros mahallesinde bazı konutlara on yıllardır şebeke suyu bağlanamamıştır. 21. yüzyılda yaşanan bu durumun en önemli nedeni bu mahallede yaşayanların evlerine çekilecek şebeke hattı için para ödemek zorunda olmaları ve bunu ödeyecek paralarının olmamasıdır. Mahalle sakinleri kuyu suyu içmek zorunda kaldıklarını, çocuklarının bu kirli sulardan hastalandığını, doktorların “ambalajlı su kullanın” dediğini, ancak her zaman ambalajlı su içmeye paralarının yetmediğini belirtmişlerdir. 2014 yazında başkent Ankara’da sapsarı akan ve insanları ishal eden musluk suyu ise Adana ve Van’da yaşananların bir benzeridir. Ankara’daki son su skandalı sırasında Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun yaptığı açıklamalar Türkiye’de su hizmetlerinin geldiği noktayı özetlemektedir.
Bakan “ben çeşme suyu değil, damacana suyu tüketiyorum” diyerek, devletin, vatandaşının en yaşamsal ihtiyacını karşılama sorumluluğundan kaçtığını gözler önüne sermiştir. Böylece vatandaş parası kadar su içmekte, parası yoksa da bu örneklerde olduğu gibi denetimsiz, kontrolsüz ve sağlıksız sulara mahkûm edilmektedir. Ambalajlı su sektörünün varlığı bu gidişatın devam etmesini sağlamaktadır.
Ambalajlı su sektörünün boyutları
Dünyada en hızlı büyüyen sektörlerin başında gelen ambalajlı su sektörü, Türkiye’de de çok önemli yere sahiptir. Türkiye’de su pazarı hacmi yaklaşık 10,5 milyar litreye ulaşmıştır. Ambalajlı Su Üreticileri Derneği (SUDER) Yönetim Kurulu Başkanı İsmail Özdemir, ambalajlı su sektöründe son 10 yılda Çin ve Endonezya’dan sonra dünyada en hızlı büyüyen üçüncü ülkenin Türkiye olduğunu belirtmektedir. Özdemir, Türkiye’nin ABD, Çin, Brezilya, Almanya, Meksika gibi ülkelerin ardından en büyük 8. ambalajlı su üreten ülkesi konumunda olduğunu söylemiştir.
Türkiye’de ruhsatlı olarak kaynak suyu, mineralli su ve içme suyu işletmesi olmak üzere toplam 288 işletme vardır. Bunların 224’ü kaynak suyu, 50’si doğal mineralli su ve 14’ü içme-işlenmiş su tesisi olarak faaliyet göstermektedir. Ambalajlı Su Üreticileri Derneği’nin (SUDER) sektörle ilgili son sekiz yıllık verilerine bakıldığında, kişi başı ambalajlı su tüketiminden toplam ihracata kadar her kalemde büyüme olduğu görülür (Bkz. Tablo 5).
Esas büyümenin damacana suyundan çok, PET suyunda olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin 2007’de damacana pazarında yıllık %5, PET su perakende pazarında %34, PET su ev dışı tüketim kanalında ise %20 büyüme olmuştur. 2007’de 8,11 milyar litre ambalajlı su satılmıştır. Tonaj olarak damacana, toplamın %74’ünü, diğer ambalajlı sular ise %26’sını oluşturmuştur. Sektördeki toplam ciro ise yaklaşık 2,5 milyar TL’ye ulaşmıştır.
Tablo 5: Türkiye’de ambalajlı su sektörünün büyümesi (2007-2014)
2007 | 2008 | 2009 | 2010 | 2011 | 2012 | 2013 | 2014 | |
Toplam Üretim (Milyar Litre) | 8,1 | 8,7 | 9,0 | 9,5 | 9,9 | 10,3 | 10,3 | 10,4 |
Damacana (Milyar Litre) | 6,0 | 6,3 | 6,3 | 6,4 | 6,5 | 6,5 | 6,2 | 5,86 |
PET üretim (Milyar Litre) | 2,1 | 2,4 | 2,8 | 3,1 | 3,4 | 3,8 | 4,2 | 4,58 |
Pazar büyüklüğü (Milyar TL) | 2,5 | 3,0 | 3,1 | 3,3 | 3,5 | 3,7 | 4,1 | 4,6 |
Kişi başı Litre /yıl | 115 | 122 | 124 | 128 | 133 | 135 | 135 | 137 |
Büyüme | %7 | %3 | %6 | %4,2 | %3,1 | %1,2 | %1,0 | |
Toplam İhracat (ton) | 103,918 | 123,364 | 128,429 | 147,226 | 173,469 | 199,137 | 219,051 | |
Toplam İhracat (Dolar) | 19.000.000 | 19.663.246 | 20.089.927 | 24.817.287 | 27.644.100 | 31.704.909 | 35.875.400 |
2013 yılında ise, su sektöründeki büyüme devam ederken ülkenin ambalajlı su pazarı hacmi %1,2’lik büyümeyle 10,3 milyar litreye ulaşmıştır. Tonaj olarak damacana, toplamının %60’ını, diğer ambalajlı sular ise %40’ını oluşturmaktadır. Sektördeki toplam ciro yaklaşık 4,1 milyar TL’ye ulaşmış, aynı yılın TÜİK verilerine göre toplam ihraç edilen ambalajlı su 199.137 ton olmuştur. 2014’te Türkiye’de su pazarı hacminin yaklaşık 10,4 milyar litreye ulaştığı ve sektördeki toplam cironun yaklaşık 4,64 milyar TL seviyesine çıktığı tahmin edilmektedir.
2013 ve 2014 yılları gerek Türkiye’de gerekse İstanbul’da kurak geçmesine ve barajların doluluk seviyeleri rekor düzeyde düşmesine rağmen, 2014 yılının ilk 2 ayında ambalajlı su ihracatı %37,5 artarak 38 bin 91 tona çıkmıştır. 2013 yılında yurtdışına ihraç edilen içme suyu miktarı toplamı 214 bin 242 tondur. Türkiye 2013’te 69 ülkeye su ihraç etmiştir. Su ihracatında önemli isimlerden biri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir iştirak şirketi olan Hamidiye Su A.Ş.’dir.
Türkiye’nin ambalajlı su tüketimi diğer ülkelerle kıyaslanırsa şu tablo ortaya çıkar. Ülkede 2009 yılında yıllık kişi başına ortalama su tüketimi 38 litre PET, 86 litre damacana olmak üzere toplam 124 litre olarak gerçekleşmiştir. İtalya’da yıllık kişi başı tüketimin 189, Almanya’da 165, İspanya’da 123 litre olduğunu göz önüne aldığımızda, Türkiye’de ambalajlı su tüketiminin AB’deki tüketim seviyelerine yaklaştığı görülür.
Ambalajlı suda skandallar
Ambalajlı su sektörü, başta da belirtildiği gibi kamunun su hizmetlerini yürütmede yaşadığı krizlere cevap olarak ortaya çıkmasına rağmen pek çok skandala sahne olmuştur. Çok değil sadece iki sene önce 2012 Temmuz ayında A-Haber’de Deşifre adlı TV programında rastgele seçilip incelenen 55 damacana su örneğinin 41’inde “koliform bakterileri” bulunduğu ortaya çıkarılmıştı. Sağlık Bakanlığı bu skandalın ardından dişe dokunur herhangi bir önlem almadı.
Bakanlık sorunun damacana şişelerin yıkanma sürelerinin kısalığında olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine şirketler yıkama süresini uzatacaklarını ancak bunun maliyeti artırması dolayısıyla su fiyatlarının da artacağını belirtmişlerdi. Bu açıklamanın ardından damacana sularına zam gelmişti. Dolayısıyla ambalajlı suda yaşanan krizden sonra bile kârlı çıkan, yine ambalajlı su üreticileri olmuştu.
Birkaç ay sonra Gıda Güvenliği Hareketi tarafından hazırlanan Ambalajlı Su Raporu’nda ise sadece bakteriyel değil çok daha çeşitli ve boyutlu bir kirlilik olduğu belirtiliyordu. Bu raporda ele alınan 256 su markasının 197’sinin ne ulusal ne de uluslararası standartlara uyduğu ortaya çıktı. İncelenen sularda 30 civarında kimyasal kirletici vardı. Ambalajlı sular akrilamid, civa, nitrat vb. içeriği, Türk Standartları Enstitüsü (TSE), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) belirlediği standartların çok üstündeydi. Bu sularda ayrıca izin verilen sınırın 100 katı kanserojen madde bulunuyordu. Örneğin rapora göre 107 su markası ne ulusal ne de uluslararası standartlardan bir veya birkaçına uygun değildi. Bu su markalarında yaklaşık olarak 30 çeşit kimyasal kirleticiye rastlanmıştı.
Bu skandalları anlatan bir raporun yayınlamasıyla birlikte büyük bir fırtına koptu. Sağlık Bakanlığı, raporu “akıl dışı” olmakla suçlayan bir basın açıklaması yayınladı. Hemen ardından Ambalajlı Su Üreticileri Derneği (SUDER) çıkıp “sözde rapor” diye nitelendirdiği raporun tüketicileri tedirgin etmek için yazıldığını, sektörü karaladığını ve tamamının varsayımlara dayandığını belirtti.
Gıda Güvenliği Hareketi’nin Sağlık Bakanlığı’na cevabı ise şöyle oldu: “Bakanlık tümüyle kendi verilerine dayanan raporumuzu ‘akıl dışı’ olarak itham etmiş ve ‘bilimsel’ bulmamış. Ne var ki raporumuza kaynaklık eden tüm veriler Sağlık Bakanlığı personelince alınmış numuneler olup, analizler de Sağlık Bakanlığı’nın laboratuvarlarında yapılmış resmi analizlerdir. Eğer sonuçlarda bir ‘akıl dışılık’ var ise bu ‘akıl dışılık’ analiz çalışmasını yapanlara aittir”.
İstanbul’da ambalajlı su
İstanbul su varlığı bakımından zengin bir şehir değildir. Tarihi boyunca yoğun nüfusa sahip bu kent su varlıklarının kısıtlı olması nedeniyle su taşıma ve depolama yapılarına büyük önem vermiştir. Sokak çeşmelerinin sayısı ve güzelliğiyle de bilinen İstanbul’da şehir aldığı göçle büyüdükçe kendi su varlıkları yetmez olmuştur. Günümüzde Melen Çayı’ndan, Sakarya Nehri’nden ve Ergene havzası içinde yer alan çeşitli akarsulardan çekilen su da İstanbul’un büyüyen su talebi karşısında yetersiz kalmaktadır. İstanbul’da günlük şebeke suyu tüketimi 2,5 milyon m3’ü aşmaktadır. Ve bunun çok küçük bir kısmı içme amaçlı kullanımı kapsar.
Nitekim İstanbul Üniversitesi Jeoloji Bölümü’nün 2008 yılında 24 yerleşim biriminden 437 kişi üzerinden yaptığı bir araştırmaya göre İstanbul’da kent nüfusunun %95,64’ü içmek için damacana suyu kullanmaktadır. Araştırmaya katılanların %36,16’sı musluk suyunu yemeklerde bile kullanmadığını belirtmiştir. Aynı araştırmanın sonuçlarına göre İstanbullular İSKİ’ye aylık su faturası olarak ödedikleri paranın %79,32’si kadarını da damacana suyuna harcamaktadır.
İstanbul’da kentin öz su varlıklarını kullanan 64 ticari su markası mevcuttur (Bkz. Tablo 6). İstanbul’daki bu su tesisleri, tüm ülkedekinin %22’sini oluşturur. Bunlara bakıldığında sadece birinin doğal mineralli su olduğu, yedisinin içme-işlenmiş su olduğu ve geriye kalan 56’sının kaynak suyu olduğu görülür. İstanbul, doğal mineralli su varlıkları bakımından oldukça yoksuldur.
Bu tesislerin kullandığı su varlıklarının çoğu Şile, Çatalca ve Silivri gibi düşük nüfus yoğunluğunun olduğu yerlerdedir. Zira nüfus ve kentleşme yoğunlaştıkça, su varlıkları bundan hem nicel hem de nitelik bakımından olumsuz etkilenerek, bir süre sonra kullanılmaz hale gelir. Nüfusun artmasıyla ve kentleşmeyle birlikte yakın gelecekte bu suların bir kısmının kullanılmaz hale geleceği şimdiden bellidir.
Tablo 6: İstanbul’dan su çeken ambalajlı su şirketlerine ait bilgiler
Su ticari markası | İlçe | Kategori | Sahibi |
Erpınar | Eyüp | İşlenmiş su | İl Özel İdaresi |
İrem Su | Çatalca | İşlenmiş su | İl Özel İdaresi |
Binbaşıpınarı | Eyüp | İşlenmiş su | Özel mülk |
Sır Su | Eyüp | İşlenmiş su | Özel mülk |
Mega Su | Çatalca | İşlenmiş su | Özel mülk |
Serinhisar | Eyüp | İşlenmiş su | İl Özel İdaresi |
Yalçınpınar | Eyüp | İşlenmiş su | İl Özel İdaresi |
Elvin | Eyüp | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Çamoluk | Kartal | Kaynak suyu | Özel mülk |
Fındık | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Çamlıbeldeki gözeler | Maltepe | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Zambak | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Akçapınar | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Taşpınar | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Çobanpınar | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Kovanpınar | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Beyza Taşdelen | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Başpınar | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Özpınar | Arnavutköy | Kaynak suyu | Özel mülk |
Florist | Maltepe | Kaynak suyu | Özel mülk |
Çilek Su | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Buzada | Silivri | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Gümüşpınar Su | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Kumsu | Eyüp | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Saray | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Özkayışdağ | Maltepe | Kaynak suyu | Özel mülk |
İmren Su | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Emirdağ | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Çubuklu | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Vakıf Karakulak | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Kestane | Sarıyer | Kaynak suyu | Özel mülk |
Yakacık Taşeren | Kartal | Kaynak suyu | Özel mülk |
Akpınar | Şile | Kaynak suyu | Özel mülk |
Hamidiye Burgaz | Eyüp | Kaynak suyu | İSKİ Genel Müdürlüğü |
Minella | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Kervansaray | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Karamandere Ulupınar | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özle İdaresi |
Kemer | Eyüp | Kaynak suyu | Kaynak: İl Özel İdaresi |
Özlempınarı Su | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Akasya | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Ayazma | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Beys | Pendik | Kaynak suyu | Özel mülk |
Koçbey Agua | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Güvenpınar | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Mispak | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
İpekpınar | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Kayla | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Sunmercan | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Altınpınar | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Aqua-net | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Türk Kızılayı | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Hisar | Eyüp | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Sırmakeş | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Alps | Eyüp | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Haznedar | Beykoz | Kaynak suyu | Özel mülk |
Yalı Su | Çatalca | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Kuvars | Maltepe | Kaynak suyu | Özel mülk |
Bıçkıdere Köyü Akpınar | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Hamidiye Şifa | Eyüp | Kaynak suyu | Özel mülk |
Hamidiye | Kemerburgaz | Kaynak suyu | İBB |
Kırkpınar | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Nisa | Şile | Kaynak suyu | İl Özel İdaresi |
Vakıf Taşdelen | Çekmeköy | Kaynak suyu | Vakıflar Genel Müdürlüğü |
Kürsun | Tuzla | Doğal mineralli su | Özel mülk |
İstanbul’daki ambalajlı su tesislerinden 34’ünün mülkiyetinin İl Özel İdaresi’ne, birinin Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, diğer ikisinin ise İBB ve İSKİ’ye ait olduğu görülmektedir. Geriye kalan tesisler ise özel firmalara ve şirketlere aittir. Yani İstanbul’da su varlıklarının yarısından çoğu kamuya aittir. Örneğin İBB’ye ait kaynak suyu çıkaran ve ambalajlayarak hem Türkiye’ye hem de dünyaya satan Hamidiye Su A.Ş., İstanbul’un en önemli su varlıklarını işletmektedir.
Kamu şirketi Hamidiye Su A.Ş.
Tarihçesi 19.yy’ın sonlarına uzanan Hamidiye Kaynak Suları, 1979’dan itibaren Anonim Şirket olmuştur. Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir iştirak şirketi olan Hamidiye Kaynak Suları A.Ş., İstanbul’un Belgrad Ormanları’nda bulunan kaynak suyunu kutu, bardak, pet ve damacana şeklinde ambalajlayarak satar. Şirket aynı zamanda suyu çelik tankerle taşıyarak kamu kurum ve kuruluşları, özel işletme, okul, fabrika ve otellere de satmaktadır.
Belgrad Ormanları İstanbul’un stratejik önemi büyük su varlıklarından birini barındırmaktadır. 500 ila 3000 metre arasında yerin altından kendi kendine çıkan bu su, herhangi bir sondaj işlemine tabi tutulmaz. Bu kaynak suyu Kanuni Sultan Süleyman döneminden bu yana dört asırdır kullanılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Belgrad Ormanları yaklaşık 13 bin hektarlık bir alanı kaplarken, günümüzde ormanın ancak %41’i (5442 hektar) kalmıştır. 3. Köprü, 3. Havaalanı ve Kanal İstanbul gibi mega projeler hayata geçirildiğinde bu oranın daha da küçüleceği ve bu kadar yoğun bir yapılaşmanın kaynak suyuna büyük zararlar vereceği aşikârdır.
Hamidiye Su A.Ş. İstanbul’un değil, dünyanın markası olmayı hedeflemektedir. Özellikle kuraklık zamanlarında, nüfusu sürekli büyüyen İstanbul’un su ihtiyacını karşılamakta sıkıntı çeken bir belediyenin, dünyanın suyunu sağlamak görevine soyunmuş olması dikkat çekicidir. Peki, vatandaşa hizmet için kurulmuş bir kamu şirketi neden dünya markası olmayı hedefler? Vatandaşına hizmet götürmesi beklenen bir kurumun dünya markası olmayı hedeflemesi, onun bir ticarethane gibi çalıştığının ispatıdır. Bu şirketin amacı halkın su ihtiyacını karşılamak değil, müşteriye parası kadar su satmaktır.
İstanbul’un suyunu alarak tüm Türkiye’ye ve dünyaya pazarlayan Hamidiye Su A.Ş., İstanbul’a geri ne vermektedir? Başka bir ifadeyle şirketin “sosyal sorumluluk” adına yaptığı bir çalışma var mıdır? Şirketin kendi web sitesinden alınan bilgilere göre Hamidiye Su A.Ş. “halk ziyaretleri” ve “tanker su dağıtım hizmeti” olmak üzere iki başlık altında özetlenebilecek sosyal sorumluluk faaliyetlerinde bulunmaktadır. Bunlardan ilki olan halk ziyaretlerinde suyun kaynaktan bardağa kadar olan serüveninin öğrenilmesi ve halkın su hakkındaki bilgi birikimine katkıda bulunmak amacıyla tesisler ziyarete açık tutulmaktadır.
Yani halk ziyareti bir sosyal sorumluluk faaliyetinden çok, şirketin işleyişinin ve ürünlerinin anlatıldığı bir reklam faaliyetini andırmaktadır. İkinci faaliyet olan tanker su dağıtım hizmeti ise, altyapı su şebeke tesisi bulunmayan gecekondu bölgelerine, askeri birliklere, hastane ve okullara su taşımaktan ibarettir. Bu hizmet para karşılığında yapıldığına göre bunun da sosyal sorumluluk faaliyetinden çok ekonomik bir faaliyet olduğu ortadadır.
Dahası Hamidiye A.Ş. bu suyu kimlere satmaktadır? Yurt içinde İstanbul hariç 30 şehre daha satış yapılmaktadır. Ancak sadece yurtiçinde değil, Hamidiye Su A.Ş. Belgrad Ormanları’nın kaynak suyunu 5 kıtadan 40 ülkeye satmaktadır. Satış yapılan ülkelerin çoğu Almanya, İngiltere ve Japonya gibi kuraklık veya susuzluk sorunu olmayan ülkelerdir. Zaten amaç dünya halklarıyla dayanışma değil, suyla ticaret yapıp para kazanmaktır. Bu nedenle de 2014’te olduğu gibi kuraklığın ve susuzluğun ortasında bile
İstanbul’un sularının parasını kim verirse, ona satılmasına şaşmamak gerekir.
Hamidiye Su A.Ş. genel müdürü Kenan Kılıç Türkiye’nin su varlıklarının zengin olduğunu söyleyerek, bu alanda ihracatın artması gerektiğini ve diğer firmaları da ihracata teşvik ettiklerini belirtmiştir. Su pazarının 4 milyarlık ciro hacmi olduğunu söyleyen ve Türkiye’de kişi başına düşen su tüketiminin Avrupa ortalamasının altında olmadığını gururla ifade eden Kılıç, Türkiye’nin su markaları arasında en çok ihracat yapan marka olduklarını da belirtip, “2005’ten beri su sektörünün yıllık ihracat artış hızı dolar üzerinden %20 oldu. Bu rakamlarda artış devam ederse 2023’te Türkiye’nin su ihracatı 300 milyon dolara ulaşacak” demektedir.
Gerek Türkiye’de gerekse İstanbul’da su varlıkları, ambalajlı su ticareti yapan özel ve kamu şirketlerinin büyüyen baskısı altındadır. İstanbul gibi su varlıkları bakımından zengin sayılamayacak bir şehirde, 64 adet su markasının olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu markaların nüfus ve dolayısıyla kentleşmenin görece az olduğu semtlerde bulunan su varlıklarını kullanıyor olması ise beklenen bir durumdur. Ancak İstanbul’un nüfusu ve kentleşme durumu gittikçe yoğunlaşmaktadır. Ve bu yoğunlaşmadan su varlıkları olumsuz etkilenmektedir.
Nitekim Gıda Güvenliği Hareketi’nin yayınladığı raporun da gösterdiği gibi, bu suların hiçbiri ne Sağlık Bakanlığı İnsani Amaçlı İçme Suları Yönetmeliği gibi ulusal hukukun belirlediği, ne de EPA veya WHO gibi uluslararası örgütlerin tanımladığı değerlere uymaktadır. Bu sular şimdiden kirlenmiştir ve yakın gelecekte daha da kirlenecektir. Üstelik bu sular azalmaktadır. Bir de bu duruma Hamidiye Su A.Ş. gibi İstanbul’da kuraklığın ve susuzluğun hâkim olduğu bir dönemde 40 civarında ülkeye su ihraç eden şirketler eklenince tablo iyice karanlıklaşmaktadır. Eğer gereken önlemler alınmazsa nüfus artışı, büyüyen kentleşme, sıklaşan ve sertleşen kuraklık ve artan ambalajlı su ihracatı İstanbul’un su varlıklarını çok geçmeden yok edecektir.
Çözüm Önerileri
İstanbul Türkiye’nin sadece nüfusu en büyük olan değil, su ve iklim krizi bakımından en kırılgan kentlerinden biridir. İklim değişikliğinden ve kuraklıktan her geçen sene daha şiddetli biçimde etkilenen şehrin hızla büyüyen su sorununa ivedilikle kapsamlı çareler üretmek gerekmektedir. Diş fırçalarken musluk kapatmak gibi salt bireysel çözümleri ortaya sürmek, İstanbul ölçeğinde günümüz şartlarında fazla bir anlam ifade etmemektedir. Böylesine büyük bir kent ve küresel bir sorunla karşı karşıyayken, kolektif çözümlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bu nedenle de nüfusun hemen tamamını kapsayan şebeke sisteminde yapılacak iyileştirmeler ve değişimler çok büyük olumlu etkiler yaratacaktır.
Şebeke suyunun iyileştirilmesi
Şebeke suyu suya fiziksel erişimle doğrudan ilgilidir. 2002 yılındaki BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin 15 No’lu Genel Yorumu suya fiziksel açıdan erişe bilirliği, her evin, her eğitim kurumunun ve işyerinin içerisinde veya hemen yakınında suyun bulunması olarak ifade etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre suya ulaşım, mekânsal açıdan 1 kilometreden, zamansal açıdan 30 dakikadan fazla sürüyorsa hiçbir şekilde “erişe bilirlik” söz konusu değildir. Yani, suya “temel erişimin” sınırını bu birimler oluşturmaktadır. Mekânsal açıdan 100 metre, zamansal açıdan ise 5 dakika içinde en azından bir musluğa ulaşılması durumunda ise “orta düzey erişimden” bahsedilebilmektedir. Son olarak suya ev içinde ve birden çok muslukla erişim ise, optimal erişim olarak değerlendirilmektedir.
Şebeke suyu hizmetlerinde 1990’lı yıllarda, başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde yaşanan uzun süreli olumsuzluklar, kendini su kesintisi ve su kalitesinde düşme şeklinde göstermiştir. Bu duruma tek çare olarak suyun ve su hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi yönünde çözümler üretilmiş, bu politika hızla uygulamaya konmuştur.
Ancak aradan geçen on yıllar içerisinde su ve hıfzıssıhha hizmetlerinde olumlu değişimler olduğu söylenemez. Su kesintileri kuraklık dönemleri hariç azalsa da suyun kalitesindeki düşüş devam etmektedir. Öyle ki, vatandaş şebeke suyunu kokusu, lezzeti, içerdiği kirlilik ve musluk suyuyla ilgili toplumsal algı gibi nedenlerle içmemekte, sadece temizlik ve pişirme gibi amaçlar için kullanmaktadır.
Buna rağmen şebeke suyunun fiyatı kat be kat artmıştır. Üstelik artık vatandaşlar içme suyuna ayrı bir bütçe kalemi ayırmak zorundadır ki bu kullanılan suyun toplam fiyatını çok daha fazla artırmaktadır. Diğer bir ifadeyle su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin ticari prensiplere göre yürütülmesi ve özelleştirilmesi yönündeki çözümler bir işe yaramamıştır. İstanbul’un şebeke suyunda ve sisteminde çeşitli sorunlar ve aksamalar vardır. Bu sorunların başında içme suyu ihtiyacının şebeke suyuyla karşılanamıyor oluşu gelmektedir.
2009 yılında İBB tarafından yapılan araştırmada şebeke suyu içmeyenlerin nüfusun büyük bir bölümünü oluşturduğu (%92,6); suyun kokusu, klorlu olması, steril olduğuna inanılmaması, tadının sertliği, kireçli olduğu, bulanıklığı, belediyenin arıtmasına güvenilmemesi, evlere ulaşan boruların eski ve yıpranmış olması nedeniyle arıtılmış olsa bile musluklardan akan suya güvenilmemesi gibi nedenlerin bunda etkili olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu anket halkın büyük bir kesiminin şebeke suyuna güvenmediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu güvenin tekrar tesis edilmesi için her şeyden önce su ve hıfzıssıhha birimlerinin, musluktan akan suyu içilebilir hale getirmeyi hedeflemesi gerekmektedir. Adana ve Eskişehir büyükşehirlerinde musluktan su içilmesi durumu yaygınken, İstanbul’da olmaması teknik imkânsızlıklarla değil gerek kamu yetkililerince gerekse halk nezdinde içme suyunun kullanma suyundan ayrı olarak kodlanmış olması ile açıklanabilir.
Musluktan akan suyun içilebilir olması devletin asli bir görevi ve kent yaşamının temel gerekliliği olarak kabul edilirse, kamu kaynaklarıyla yapılacak iyileştirmeler sonucunda içme suyu ile temizlik suyunun yolları tekrar birleşebilir. Bu durumda ambalajlı su gibi, musluk suyundan yüzlerce kez daha pahalı olan ve ekolojik ayak izi kat be kat büyük olan bir sektör büyük ölçüde sınırlandırılabilecektir.
Suda adil fiyatlandırma ve tarifelendirme
Su ve hıfzıssıhha altyapılarının iyileştirilmesi ile içme ve temizlik ihtiyaçlarının şebeke suyuyla karşılanması suya fiziksel erişe bilirliği sağlayacaktır. Ancak bu her zaman ekonomik erişe bilirlik anlamına gelmez. Suya erişimde onun fiyatlandırılması ve tarifelendirmesi mutlak önem arz eder. Suya erişimin bir insan hakkı olduğuna göre fiyatlandırmanın bu sınırları geçmemesi gerekir.
Suyun fiyatlandırılması ve tarifelendirilmesi büyükşehir belediyelerinde bu yazıda bahsedilen kanunlara bağlı olarak hemen hemen aynı şekilde gerçekleşmiştir. Örneğin 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’a göre su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin hem tam maliyet prensibiyle hesaplanmasını hem de en az %10 kâr olacak biçimde satılmasını zorunlu kılmaktaydı.
Daha sonra “en az %10” ibaresi kaldırıldı ancak bu kârla satılma zorunluluğunu ortadan kaldırmamıştır. Bu yasal düzenlemelere rağmen Türkiye’de Dikili ve Erdek gibi belediyelerde su, vatandaşa belirli bir kotaya kadar bedava verilmektedir. Bu iki belediyede de hane başına aylık su tüketimi 10 m3’ü aşmazsa, su bedava veriliyordu. Örneğin Dikili’de bir hane ayın sonunda 11 m3’lük su tüketmişse, bu miktarın tamamının ücretini ödüyordu. İki belediye hakkında da 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesinden yola çıkılarak dava açılmıştı.
Türkiye’de su hakkı Anayasa’da tanımlanmadığı için, aynı doğrultudaki kanunlar temel alınarak açılan davalar ya Erdek örneğinde olduğu cezayla sonuçlandı, ya da Dikili’de olduğu gibi sembolik bir ücretlendirme (1 metreküp suyun bir kuruş olması) yoluyla mevcut fiyatlandırma sistemi yasasına uygulandı.
Dikili ve Erdek belediyelerinde uygulanan tarifelendirme sistemi İstanbul ve Türkiye için iki nedenle çok önemlidir. İlki, bu uygulama ile etkin bir su tasarrufu teşvik edilmektedir. Örneğin turizm sezonunda nüfusu on katına çıkıp 200 bine ulaşan Dikili’de bu uygulamadan önce ciddi bir su sıkıntısı yaşanıyordu. Özgüven “önümüzde iki seçenek vardı. Ya turizm sezonunda artan su talebini karşılamak için belde dışından su satın alacaktık. Ya da su tasarrufu sağlamanın bir yolunu bulacaktık” demiştir.
Nitekim belirli bir kotaya kadar bedava su uygulaması halk tarafından benimsendikçe, su sıkıntısı da büyük oranda ortadan kalkmıştır. İkincisi ise, bu uygulamanın su tasarrufunu dar gelirliyi cezalandırarak değil, bilakis ödüllendirerek gerçekleştirmesidir. Zira dünyada hâkim su tasarrufu anlayışı, suyun fiyatını artırmak üzerine kuruludur. Ancak, gerçekte gelir durumu iyi olanlar için su faturasının yüksek olması su israfında caydırıcı değildir.
Başka bir deyişle, yüksek su faturasından sadece dar gelirli vatandaş olumsuz etkilenerek, su tüketimini azaltmaya çalışmaktadır. Yoksul kesim bütçesinden artan payı su faturasına ayırarak daha da yoksullaşmaktadır. Su belirli bir kotaya kadar bedava olduğunda ise, dar gelirli vatandaş kotayı geçmemek için tasarruf yapmaya teşvik edilir. Böylece hem vatandaş mağdur olmaz hem de etkin bir su tasarrufu gerçekleşir.
İklim değişikliği, kuraklık ve susuzlukla karşı karşıya olan İstanbul’da tüm bu sorunlarla mücadelede yoksulu daha da yoksullaştıran çözümlerin işe yaramayacağı ortadadır. Hatta bu tip uygulamalar su krizini büyütmektedir. Adil, su varlıklarını koruma eksenli ve doğa-toplum merkezli bir su yönetiminin ekonomik ayağında doğru bir fiyatlandırma ve tarifelendirme yatmaktadır. Bunun için her hanenin içinde yaşayan insan sayısına göre, içme ve temizlik gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek miktarda temiz suya ücret ödemeden şebekeden ulaşması şarttır.
Çünkü bu bir insan hakkıdır ve bu hakkın her vatandaşça kullanılmasını sağlamak devletin asli görevidir. Bu ihtiyaçları aşan kullanımların ise yüksek tarifeden fiyatlandırması hem su israfını kısıtlayarak büyüyen su krizine uzun vadede çare olacak, hem de belediyelerin sudan gelen bütçelerinde oluşacak eksiklikleri kapatacaktır.
Ambalajlı suların kısıtlanması
Ambalajlı su sektörünün devamlılığı, İstanbul gibi bir şehrin su varlıklarının yok edilmesiyle eş anlamlıdır. İklim değişikliği ve kuraklıktan etkilenen, sadece öz su varlıklarını kullanacak olsa susuzlukla karşı karşıya kalacak olan İstanbul’da kentin kısıtlı suyunu çeken ve ambalajlayıp gerek İstanbul gerekse yurtdışına satan onlarca su şirketi vardır.
Bu sürdürülemez durumun bir an önce kontrol altına alınması; orta ve uzun vadede ambalajlı su sektörünün daraltılması gerekmektedir. Bunun için gerekli hukuksal reformlar ve uygulamaların yanı sıra, ambalajlı suyun yerini dolduracak bir içme suyu sisteminin yeniden inşa edilmesi şarttır. Yani içme suyu vatandaşa şebekeden kamu eliyle sağlanmalı; evdeki musluklardan içilebilir temizlik ve lezzetle su akmalıdır. Dünyada bu yönde atılmış somut adımlar vardır.
Bunlardan biri örnek olarak değil, fikir vermesi açısından ele alınmalıdır. Zira her kentte su yönetiminin ana karakteri, yerel öğeler tarafından şekillenir. Bu nedenle bir yöre için uygun ve işler olan yönetim biçimi, başka bir yörede etkisiz olabilir. Gerek ambalajlı su sektörüne karşı aldığı net tavır, gerekse suyun bir insan hakkı olarak kabul edilmesi yönünde attığı somut ve kapsamlı adımlar bakımından öne çıkan Mavi Topluluklar Projesi (Blue Communities), İstanbul için de incelenmeye değerdir.
Bu proje, Kanadalılar Konseyi (Canadian Council) ve Kanada Kamu Çalışanları Sendikası’nın (Canadian Union of Public Employees) oluşturduğu ortak bir girişimin ürünüdür. Proje, Su İzleme (Water Watch) adlı organizasyonun kamusal su hizmetlerini destekleyen ve ambalajlı su endüstrisine karşı çıkan pek çok diğer sivil oluşumla birlikte çalışmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Projenin esas amacı, su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin kamunun elinden çıkıp, özel şirketlerin eline geçmesi sonucu su varlıklarının üzerinde giderek artmakta olan baskılarla (kirlenme ve tükenme) ve suya erişimdeki adaletsizlikle sadece hukuki anlamda değil, yönetim alanında da mücadele edilmesidir.
Kanada’da 2000’lerde başlayan su özelleştirmelerine karşı sosyal muhalefetin sesi olan bu proje, sadece bu ülkeyle sınırlı kalmamıştır. Kanada’da pek çok belediye “mavileşirken, İsviçre’nin Bern Belediyesi gibi pek çok belediye de Mavi Topluluklara katılmıştır.
Mavi Topluluklar Projesi, suyu, mülkiyeti olmayan ancak sorumluluğu herkese ait olan bir ortak varlık olarak tanımlar. Su, insan faaliyetlerinin merkezinde olduğuna göre, suyun yönetimi de adil, paylaşımcı ve koruma eksenli olmak zorundadır. Gelecek nesillerin ve doğanın bizler kadar sudan faydalanması, bu eksenler üzerinde kurulacak bir su yönetimi anlayışına bağlıdır. Buradan hareketle, belediyelerden kurumlara kadar herhangi bir topluluğun mavi olabilmesi için, aşağıdaki üç ana hatta faaliyete geçmesi konusunda çağrıda bulunur:
– Suyun bir insan hakkı olarak tanınması;
– Kamuya ait ve kamu tarafından finanse edilen ve yürütülen su ve hıfzıssıhha hizmetlerini desteklemesi;
– Kamu ve belediye alanlarında ve faaliyetlerinde ambalajlı suyun kullanımının yasaklaması.
Mavi Topluluklara benzer uygulamaların Türkiye’ye çok yabancı olmadığı, Dikili ve Erdek belediyeleri örneklerinde de ortaya çıkmaktadır. Hane başına belirli bir kotaya kadar suyun bedava olarak verilmesi, kotayı aşan hanenin kullandığı suyun tamamını belirli bir tarifeden ödemek zorunda olması ve dolayısıyla suyun daha tasarruflu kullanılması gibi durumlar Mavi Toplulukların ilkeleriyle örtüşmektedir. Dikili Belediyesi eski başkanı Osman Özgüven “su bir insan hakkı olduğuna göre alınıp, satılmamalı. Biz buradan hareket ederek, bu modeli oluşturduk” demiştir.
Şebeke suyunun desteklenmesi, su krizine yanıt olarak sadece bireysel çözümler yerine kolektif çözümlere yönelmek demektir. Bunun için de şebeke suyu altyapısının ve hizmetlerinin iyileştirilmesinin yanı sıra, ambalajlı su sektörünün kısıtlanması ve bu sektörü besleyen diğer faktörlerin de (yasal düzenlemeler, şebeke suyuyla ilgili toplumsal algı vb.) ortadan kaldırılması gerekir.
İşte Mavi Topluluklar gibi oluşumlar, yerel yönetimleri ambalajlı suyun satışının kamu alanlarında ve faaliyetlerinde yasaklanmasına teşvik etmektedir. Bu, İstanbul’un su varlığını ve dolayısıyla geleceğini garanti altına alacak önemli bir adımdır. İstanbul’da yerel yönetimler, merkezi yönetimin suyu ticarileştirici ve özelleştirici tüm kanun ve uygulamalarına karşın bu adımı atabilir.
Yine Kanadalılar Konseyi tarafından yürütülen Mavi Gezegen Projesi ise suyun bir insan hakkı olduğu, kamu eliyle yönetilmesi ve küresel müştereklerden biri olarak kabul edilmesi gerektiği ilkeleri ile yola çıkmaktadır. Bu proje su adaleti için evrensel bir çağrı olup, Mavi Toplulukların arkasındaki lokomotif güç olarak kabul edilmelidir. Su nasıl evrensel bir hak ise, suyun korunması da tüm dünyayı ilgilendiren küresel bir meseledir. Dolayısıyla küresel müştereğimiz olan su ister İstanbul’da ister dünyanın öbür ucunda olsun evrensel bir boyut taşır. İstanbul’da yerel yönetim ve toplulukların da bu anlamda mavileşmesi şarttır.
Yorum yap